30 Mayıs 2009

Haftanın Portresi : Evo Morales

Bu haftaki portre köşesinde, Bolivyalı lider ve Bolivya Devlet Başkanı Juan Evo Morales Aima'yı ele alacağız. 1959 yılında Bolivya'nın Oruro bölgesine bağlı Orinoco'da yerli halka mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Morales, küçük yaşlardan itibaren çeşitli tarım kollarında çalışarak ve lama çobanlığı yaparak aile bütçesine katkıda bulunmaya başlamıştır. Bir yerli olması, okula gitmesine engel olmamış, eğitimini ihmal etmemiştir. Başkent La Paz'da sürdürdüğü öğrenimini 11. sınıfta bırakarak, askerlik hizmetini yerine getirmek üzere orduya katılmıştır. 1960-1980 arası dönemde birçok darbe yaşayan Bolivya'da Morales'in askerliği sırasında da Juan Pereda Asbun ve David Padilla Arancibia'nın darbeleri gerçekleşmiştir. Bu darbelerden bir hayli etkilenen Morales'in de siyasi görüşleri böylece oluşmaya başlamıştır. Askerlik sonrası köyüne ve toprağına döndüğünde, El Nino kasırgasının hayat şartlarını değiştirdiğini gördü ve Morales ailesi yeni bir hayata başlamak amacıyla Orinoco'yu terk edip Cochabamba'ya yerleşti. Bölgenin isminden de anlaşılacağı üzere Morales ailesi burada "koka" çiftçiliğine başladı. Coca cola üretiminden ilaç sanayisine, uyuşturucudan endüstriyel gereksinimlere uzanan geniş bir skalada kullanılan koka bitkisi, Morales'in hayatında önemli bir yere sahiptir. Zira bu bitki sayesinde Evo Morales, kısa süre sonra politikaya geçiş yapacağı alan olan sendikacılık ile tanışmıştır.

Futbolu çok seven ve bir dönem Fraternidad futbol kulübünün takım kaptanlığını yapan Morales, 1980'li yılların başında spor federasyonu sendikasının genel sekreterliğine getirildi. Daha sonra Koka İşçileri Sendikası genel sekreterliği yapan Morales'in liderlik özelliklerinin belirginleşmeye başlaması ve önceki görevlerindeki başarıları bir anda kendisini üne kavuşturdu. Yerli halkın çıkarlarını savunması ve korkusuzluğu bir takım çevreler tarafından hoş karşılanmamaktaydı. İstikrarsız Bolivya hükütmetlerinin, kartellerin ve güçlü iş çevrelerinin eline düşmesi sonucunda Evo Morales hapse atıldı ve bunu müteakiben acımasızca dövüldükten sonra öldü sanılarak bir araziye bırakıldı. Kendisini bulan köylüler, 15 yıl sonra başa gelecek devlet başkanını kurtardıklarından habersizdiler...

1995'de sosyalist görüşleriyle bilinen Morales, 1997 parlamento seçimlerinde Sosyalizme Doğru Hareket (Movimiento al Socialismo-MAS) adlı seçim ittifakının parlamenteri olması yönünde davet aldı. Seçim sonrası milletvekili olan Morales, 2000 yılındaki MAS kongresinde mevcut genel başkan karşısında kazandığı seçim zaferiyle partinin başına geçti. Kapitalist ve Amerikancı kesimlerin giderek güçlendiği, Bolivya'nın çoğunluğunu oluşturan fakir yerli halkın haklarının hiçe sayıldığı bir ortamda Morales, yerli düşünceleriyle sosyalizmi birleştirerek insanların sempatisini kazandı. Parlamentoda yer aldığı yıllar boyunca yerli halkın zararına olacak hiçbir kanun tasarısına onay vermedi ve böylece halk gözündeki itibarı da giderek arttı. 2002'deki başkanlık seçimlerinde geleneksel partileri büyük bir şoka uğratarak ikinci olan Morales, ülke genelinde sevinç gösterileri ve kutlamalar yapılmasına neden oldu.

Evo Morales'in yükselişi burada duracak gibi gözükmüyordu. Zira Amerika'nın La Paz Büyükelçiliği tarafından hazırlanan bir raporda Morales'in ileride daha önemli yerlere gelmesinin muhtemel olduğu ve buna karşı önlemler alınması gerektiği yazılmıştı. Fakat bu uyarılara aldırış etmeyen ABD, cumhurbaşkanı Carlos Mesa'nın istifa etmesi üzerine 18 Aralık 2005 günü yapılan başkanlık seçimlerinde oyların %53'ünü alarak iktidara gelen Morales'in kazandığı başarıya şaşırmış görünüyordu. Arka bahçesinde Venezuella lideri Hugo Chavez ve 60 yıllık düşmanı Fidel Castro'nun yanına eklenen Evo Morales, Amerika'nın canını sıkmışa benziyordu. 2006'da göreve başlayan Bolivya'nın, 470 yıllık tarihindeki ilk yerli lider olan Morales, göreve gelir gelmez petrol şirketlerini devletleştirdi. Halkın deyimiyle "Evo", daha sonra da, maaşının yarısını almayacağını, tanıdığı tek teröristin G. W. Bush olduğunu, koka yetiştiriciliğinin serbest bırakılacağını, yerli halka imtiyazlar tanınacağını ve kapitalizmin Bolivya'dan kovulacağını açıklayarak halkın gönlünde taht kurdu. Kimi zaman parlamentodan geçmeyen yasa tasarıları için açlık grevine başladı, kimi zaman da kendisini küçümseyen ve Chavez'in taklidi olmakla itham edenlere karşı savaş başlattı. Bolivya'nın yerli halkını ezen sermaye sahiplerine ülkeyi dar eden Morales, Latin Amerika'daki sosyalist rüzgarın en önemli halkalarından biri haline geldi.

Eski yönetimin ABD ile imzalamış olduğu ticaret anlaşmasını iptal ederek, Venezuella liderliğindeki ALBA ve TCP'ye katılmış, petrol ve doğalgazdan sonra maden, orman ve tarım alanlarının da kamulaştıracağını açıklamış, göreve gelir gelmez ilk ziyaretini Küba'ya, sonrakileri de Venezuella, İran ve Libya gibi ABD karşıtı ülkelere yapmış olan Evo Morales, izlediği tüm politikalar ile kısa sürede 21. yüzyılın en önemli siyasi kişiliklerinden biri olmuştur. Bolivya; şu an için dünya siyasetine yön veren büyük güçler (ABD, Çin, Rusya vs) veya orta büyüklükte devletler (Türkiye, Brezilya, Hindistan vs) arasında sayılmasa da, genç yaşta (47) iktidara gelen Morales'in, ülkesini büyük bir hızla kalkındırması, iç ve dış baskılara boyun eğmeden gerçekleştireceği reformlarla Bolivya'nın makûs talihini yeneceği beklenmektedir. Latin Amerika'nın uluslararası politikada artan önemi, bu tür değişimlerin ve dönüşümlerin ileriki yıllarda başka ülkelerde de yaşanabilmesini mümkün kılmaktadır.

Leia Mais…

29 Mayıs 2009

Terörizm Ne Zaman Bitecek? (5) (Taliban)


Serinin beşinci yazısında, AfPak'ın (Afganistan ve Pakistan) yaşadığı tüm sorunların kaynağı olan ve Svat Vadisi başta olmak üzere Pakistan'ın birçok bölgesi ile Afganistan'ın tamamında faaliyet gösteren Taliban'ı ele alacağız. SSCB'nin Afganistan'ı işgalinden sonra ortaya çıkan, çoğunluğunu Peştunların oluşturduğu, 2001 yılına kadar Afganistan'ın kontrolünü elinde bulunduran ancak bu tarihten sonra etkinliği azalan Taliban, son dönemlerde özellikle bir dönem kendisini alenen destekleyen Pakistan'da faaliyetlerini sürdürmektedir. Taliban, Afganistan'daki NATO barış güçlerine (ISAF), ABD ve müttefiklerinin karargahlarına yaptığı saldırıların yanı sıra, Pakistan Devlet Başkanı Ali Asıf Zerdari ile yaptığı anlaşma sonucunda Pakistan'ın Svat Vadisi'ni şeriat düzeniyle yönetmeye başlamıştır. Daha önce Dünya Gündemi Analizleri'nde Taliban ve Svat Vadisi ile ilgili yaptığımız değerlendirmelerde de belirttiğimiz üzere, günümüzde terörizm dendiğinde akla gelen ilk örgüt El-Kaide ise ikincisi de Taliban'dır. Bu iki örgüt, birbirleriyle bağlantılı olarak hareket etmekte, aynı radikal islamik retoriği paylaştıklarından her alanda yardımlaşmaktadırlar. Hatta, El-Kaide lideri Usame Bin Ladin'in, Pakistan'ın Afgan sınırına 2 saatlik mesafede bulunan Taliban kontrolündeki Quetta (Kuveyta) bölgesinde diğer örgüt lideriyle birlikte saklandığı söylenmektedir.

ABD ve terörizme karşı oluşturulan koalisyonun Türkiye dahil diğer tüm üyeleri, Afganistan ve Pakistan'ın biran evvel istikrara kavuşmasını beklemekteyken, Pakistan İstihbarat Servisi'nin (ISI) Taliban'a halen destek verdiği de konuşulanlar arasındadır. Terörizmi destekleyerek, arka çıkarak, anlaşmalar yaparak bir yere varmanın mümkün olmadığını, bunu yapmakla işlerin daha kötüye gitmesine yol açılacağını da yine önceki yazılarımızda belirtmiştik. Nitekim geçtiğimiz günlerde Pakistan askeri güçlerinin, Svat Vadisi'ne yaptığı operasyonda 700 Taliban militanının öldürüldüğü açıklandı. Pakistan İçişleri Bakanı, "operasyonların tek bir terörist kalmayıncaya kadar devam edeceğini" açıkladığında, Svat Vadisi'nin Taliban kontrolüne verilmesi, ilk bakışta Pakistan tarafından Taliban'a kurulan bir tuzak olarak görülebilirdi. Ancak durum sanıldığı gibi değil. Zira böyle bir anlaşmayı yaparak başta ABD olmak üzere birçok devletin tepkisini çeken Pakistan, bana göre, hatasının ilerde ülkeyi daha da büyük bir kaosa sürükleyebileceğini görmüş ve bu yanlışından dönmeye karar vermiştir. En azından, Zerdari'nin ve diğer üst düzey yetkililerin açıklamaları bu yöndedir.

Bölgeden kaçarak mülteci olan sivillerin sayısının 300.000-400.000, terörist sayısının 8000-12000'i bulduğu bir ortamda, Pakistan hükümetinin çalışmalarına hız kazandırması ve tüm dünyayı tehdit eden terör örgütlerini ülkesinde barındırmaktan vazgeçmesi gerekmektedir. Bu bölgede terörizm, kararlı ve kesin adımlar atılmadıkça bitirilemeyecektir.

Leia Mais…

27 Mayıs 2009

Kilit Ülke : Bulgaristan


Avrupa Birliği'nin 2007'deki genişlemesinde bünyesine kattığı Bulgaristan'ın, uluslararası politikadaki önemi şu sıralarda yükselişe geçti. Zira Bulgaristan, AB üyesi olmanın getirileri, komşularıyla olan ilişkilerinde tutturmuş olduğu ölçü ve Batı ile Rusya arasında kurmaya çalıştığı denge sayesinde Balkanlar'da ve Karadeniz havzasında giderek daha kilit bir role soyunmakta. Bu rolünün pekişmesine en büyük katkıyı sağlacayak olansa, Azerbaycan ve İran petrolünü, Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak olan Nabucco Boru Hattı Projesi'dir. Nabucco sayesinde Balkanlar ve özellikle Doğu Avrupa, enerjide Rusya'ya olan bağımlılıklarını azaltmayı amaçlamaktadırlar. Türkiye'den sonra, projedeki en önemli ülke Bulgaristan'dır. Zira petrolü Avrupa'ya ulaştıracak olan ülkenin, AB üyesi olması Nabucco'nun etkin ve başarılı bir proje olmasının yolunu açacaktır.

Rusya'yı "by-pass" etmek suretiyle enerjinin Doğu'dan Batı'ya taşınması, şüphesiz Ruslara hamle yapma şansı tanımaktadır. Rusya Federasyonu (RF), öncelikle devlet kontrolündeki enerji şirketi Gazprom ve alt kuruluşları vasıtasıyla Nabucco Projesi'nde hisse sahibi olan şirketlerin bir kısım hisselerini satın almaya çalışmıştır. Bunda kısmen başarılı olsa da, Azerbaycan ve İran'ı tüm çabalarına rağmen ikna edememiştir. Bu silahı geri tepen RF, daha sonra Nabucco'ya alternatif başka yollar ve boru hattı projeleri üretmiştir. Bunlardan en önemlisi olan Güney Akım, Karadeniz'in altına döşenmesi planlanan boruları Bulgaristan'ın Varna kentinden karaya çıkarmayı amaçlamaktadır. 2008 yılında anlaşmaları yapılan Güney Akım'ın, Bulgaristan'dan sonra Yunanistan, İtalya ve Avusturya'ya ulaşması planlanmıştır.

Nabucco ve Güney Akım Projeleri'nin ikisinde birden yer alan kilit ülke Bulgaristan'ın yakın gelecekte bir seçim yapmak zorunda kalması muhtemeldir. Zira ucuz ve güvenilir enerjiye hasret kalan Avrupa'nın, Rus tehdidini görmezden gelmesi imkansızdır. Bu durumda AB üyesi Bulgaristan'ın, Avrupa'dan ve Rusya'dan gelecek baskılar yüzünden kendi başına karar alması zorlaşacak, daha fazla baskı ve yaptırım uygulayan tarafın dediği olacaktır. Son olarak, "Enerji Savaşları"nın hiçbir zaman gerçek savaşa dönüşme ihtimali bulunmadığını, bunun ekonomik ve dış politik bir silah olduğunu belirtip, devletlerin dış politikada karar alma süreçlerini etkileyen "Enerji" unsurunun, 21. yüzyılın ortalarına dek gündemi oluşturacağı öngörüsünde bulunabiliriz.

Leia Mais…

27 Mayıs 1960


49 yıl önce, devleti yöneten onurlu ve vatansever insanları, darbe yoluyla deviren, onlara yapmadık işkence, çektirmedik eziyet bırakmayan ve haysiyetleriyle oynayanları Türk milleti affetmiş görünse de, tarih affetmeyecektir. 27 Mayıs ihtilalinin 49.yıl dönümünde Türk demokrasisine yapılmış olan bütün müdahaleleri esefle kınıyor; merhum Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın aziz hatıraları önünde hürmetle eğiliyorum...

Leia Mais…

25 Mayıs 2009

Terörizm Ne Zaman Bitecek? (4) (Çad)


İlgi gören serimizin dördüncü halkasına, Afrika jeopolitiğinde önemli bir yere sahip olan Çad Cumhuriyeti ve Çad hükümetine karşı mücadele eden isyancı Direniş Güçleri Birliği'ni ele alarak devam ediyoruz. Çad, coğrafi konum itibariyle Afrika'nın kilit bir bölgesinde yer almaktadır. Her yıl bir veya birkaç köşesinde darbeler yapılan, silah sesi hiç dinmeyen kara kıtada, Soğuk Savaş'ın bitimiyle birlikte büyük güçler arasında oluşmaya başlayan güç mücadelesi ve rekabet, 1990'ların başında ülkede petrol bulunması ile yeni bir boyuta taşınmıştır. 20. yüzyıl boyunca Fransız boyunduruğu altında kalan birçok Afrika ülkesi gibi Çad'da da demokrasinin bırakın olgunlaşmayı, yeşermeyi bile başaramadığı göze çarpmaktadır. Sorunlu bölgelerin tam ortasında yer alması da Çad'ı istikrarsız hale getiren bir diğer etkendir. Nitekim 2008 yılında Sudan'ın Darfur bölgesinden 280 bin ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nden 55 bin müteci Çad'a göçmüştür. Bunun yanı sıra ülkede devlet başkanı İdris Debi'yi ve hükümeti devirmeye çalışan gerillalar, 17o binden fazla Çad'lının ülke içinde başka yerlere göç etmesine sebep olmuştur.

1990 yılında Fransa, Libya ve Sudan tarafından desteklenen bir darbe ile iktidara gelen Debi, görevde kaldığı süre boyunca Çad'a barış ve huzur getirmeyi başaramadığı gibi, Sudan'daki sorunları ve bilhassa 2003 yılında başlayan Darfur olaylarını kışkırtmak suretiyle fırsattan istifade etmeye çalıştı. Bu tarz durumlarla ilk defa karşılaşmayan diğer komşu ülkeler de Çad içerisindeki isyancı güçlere askeri teçhizat ve para yardımında bulunmaya başladı. Sonuç olarak hükümet güçlerine karşı savaşan onlarca gerilla grubu ortaya çıktı ve bu gruplar kanlı saldırılarla meşruiyet kazanmaya çalıştı.

2009'a gelindiğinde ise çatışmaların hız kesmesini bekleyenler bir kez daha yanıldılar. Zira çevre ülkelerdeki sorunlara el atan Çad'ın, kendi iç sorunlarına el atan birilerinin çıkması da gayet doğaldı... Bu bilgiler ışığında yapabileceğimiz öngörü ise; Çad'daki bu şartların, Afrika'nın tamamı açlık, sefalet, savaş ve kuraklıktan kurtarılıncaya kadar devam edeceğidir. Darfur'daki durum kötüleşirken Çad'ın, Nijer'in veya Orta Afrika Cumhuriyeti'nin sorunlarının hallolmasına imkan yoktur. Hatta suçlamalar ve kışkırtmalar devam ettiği takdirde, yakın bir gelecekte yaşanması muhtemel Çad-Sudan çatışmasının önüne geçmek için, süper güçlere Afrika'da yeniden ihtiyaç olabilir.

Leia Mais…

22 Mayıs 2009

Uzun Menzilli Füze Denemeleri


Son yıllarda sıkça duyduğumuz bir olay haline gelen "Uzun Menzilli Füze Denemeleri", Dünya Gündemi'nde önemli yankılar yaratmaktadır. Alışıldığı üzere bu tür deneyleri genellikle Rusya Federasyonu, uçsuz bucaksız steplerde yapmakta, bazen de nükleer başlık kullanarak nüfus yoğunluğu sıfıra yakın olan topraklarına kırmızı, yeşil, turuncu gibi çeşitli renklerde kar yağdırmaktadır. Rus basınında her yıl en az bir kez yer alan bu tür haberler, yabancı basınlar tarafından da ilgiyle takip edilir olmuştur. Ancak son günlerde daha ilginç bir takım füze denemeleri gündemde kendine yer bulmakta. Örneğin Kuzey Kore'nin fırlattığı ve parçalarının başarılı bir şekilde Japon Denizi'ne döküldüğünü açıkladığı uzun menzilli füzesi, yabancı basında (özellikle ABD) fırlatılanın füze değil, uydu olduğu şeklinde yer almıştır. Buna rağmen ABD, Güney Kore, Japonya ve Çin teyakkuza geçmiş, denemenin ayrıntılarını öğrenmeye çalışmıştır.


Benzer denemelerin bir yenisi geçen hafta Hindistan tarafından gerçekleştirildi. Pakistan ile arasındaki Keşmir Sorunu yüzünden "uluslararası arenadaki en gergin yay" olarak nitelenen Hindistan'ın bu denemesi de tıpkı Kuzey Kore'ninki gibi, uluslararası camia tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Rusya, Hindistan ve Kuzey Kore'den sonra İran da adı geçen devletlerden geri kalır bir yanı olmadığını haykırırcasına uzun menzilli balistik füze denemesinde bulundu. ABD Savunma Bakanı Robert Gates, denemenin başarılı olduğunu açıklarken, ABD'nin bu tür deneyleri çok yakından takip ettiğini de kanıtlamış oldu.

Kısa, orta ve uzun menzilli balistik füzelerin önemi, bu makinelere monte edilen nükleer başlıklardan kaynaklanmaktadır. Karadan karaya, karadan havaya vs gibi çeşitleri bulunan füzelerin, nükleer aparatları ile birlikte yaratacağı hasarın boyutları korkunç olacaktır. Dünya kamuoyunu, Soğuk Savaş'tan bu yana en çok korkutan olgu olan nükleer savaş, belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Ancak bu denemelerin, çatışmaların muhatabı olan, kötü üne sahip ülkeler tarafından şov amaçlı da olsa yapılmaları bile tedirginlik yaratmaktadır. Kuzey Kore-Güney Kore, Pakistan-Hindistan, İran-İsrail, Rusya-NATO gibi en ufak bir kıvılcımda patlamaya hazır bombaların üstünde oturan dünya için bu deneyler, büyük önem taşımaktadır. Bir gün İran'ın deney amaçlı fırlattığı (muhtemelen birden çok nükleer başlık taşıyan) Şahap-3 füzelerinden birinin İsrail'i yanlışlıkla vurması, Orta Doğu ve dünya açısından çok vahim sonuçlar doğurabilir. Bu yüzdendir ki, uranyum zenginleştirmek suretiyle nükleer güce erişen devletlerin, silahları sınırlandırılamasa da, deneylere yönelik bir takım tedbirler alınmalı, uzun menzilli füze denemeleri bazı koşullara bağlanmalı ve uymayanlara karşı da caydırıcı yaptırımlar uygulanmalıdır. Daha doğrusu varolan kuralların hayata geçirilmesi için önemli adımlar atılmalıdır.

:BİLGİ NOTU:
-----------------------------------------------------------------------------------------
SRBM : Short-range Ballistic Missile (Kısa Menzilli Balistik Füze) -- 1000 km'den az-- Agni I/Hindistan, Jericho I/İsrail, Yıldırım I-II/Türkiye, İskender/Rusya, Şahab2/İran, Pakistan, ABD, Güney Kore
MRBM : Medium-range Ballistic Missile (Orta Menzilli Balistik Füze) -- 1000-3000 km --Agni II/Hindistan, Jericho II/İsrail, Şahab 3/İran, Şahin I/Pakistan, Çin, Kuzey Kore
IRBM : Intermediate-range Ballistic Missile (Uzun Menzilli Balistik Füze) -- 3000-5000 km -- Agni III/Hindistan, Dong-Feng IV/Çin, Pakistan, Kuzey Kore, ABD, Fransa
SLBM : Submarine-launched Ballistic Missile (Denizaltıdan atılan Balistik Füze) -- menzili çeşitlilik arzeder -- Fransa, Çin, Rusya, İngiltere, Hindistan, ABD
ICBM : Intercontinental Ballistic Missile (Kıtalararası Balistik Füze) -- > 5.500 km -- Rusya, ABD, İsrail, Hindistan, Kuzey Kore, İran, Fransa, İngiltere ve Çin tarafından geliştirilen onlarca türü bulunmaktadır

Leia Mais…

20 Mayıs 2009

Avrupa Parlamentosu Seçimleri'ne Doğru


Avrupa Birliği'nin ana organlarından biri olan ve birliğe üye ülke vatandaşlarının oylarıyla belirlenen Avrupa Parlamentosu, 2004 yılından sonraki ilk seçimini gerçekleştirecek. Bazı üyelerin geleneksel seçim günlerindeki farklılıklar nedeniyle 4, 5, 6 ve 7 Haziran'da yapılacak olan seçimlerde, dünya tarihinin en geniş katılımlı uluslararası seçimi sonrası oluşacak parlamentoda 500 milyona yakın insan temsil edilecek. 736 üyeli Avrupa Parlamentosu'nun (AP), 97 üyesi 4 Haziran Perşembe günü İngiltere ve Hollanda'da, 12 üyesi 5 Haziran Cuma günü İrlanda ve Çek Cumhuriyeti'nde (1.gün), 54 üyesi 6 Haziran Cumartesi günü Letonya, İtalya (1.gün), Malta, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti'nde (2.gün), 561 üyesi ise 7 Haziran Pazar günü İsveç, Romanya, Slovenya, Portekiz, İtalya (2.gün), Avusturya, Polonya, Lüksemburg, Yunanistan, Litvanya, Fransa, Finlandiya, Macaristan, İspanya, Danimarka, Almanya, Estonya, Belçika ve Bulgaristan'da yapılacak seçimlerle belirlenecek. Her ne kadar seçim sonrasında daha kapsamlı bir değerlendirme yapacak olsak da, Avrupa'yı saran seçim havasını şimdiden solumanın faydalı olacağını düşündüğümden Dünya Gündemi Analizleri'nde bir anket başlattım. Yaklaşık 2 hafta süren ankette okurlara : Avrupa Parlamentosu Seçimleri'nde oy kullanacak olsanız hangi partiyi desteklerdiniz? sorusu yöneltildi. Daha önceki anketlerde katılımın sınırlı sayıda olması ( en fazla 32 kişi) bu sorunun da fazla insana ulaşamayacağını düşündürmüşse de, soruyu 64 kişinin cevaplamış olması sonuçların daha sağlıklı değerlendirilmesi açısından önem taşımaktadır.

Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel'in görüş birliği yapmışcasına Türkiye'ye AB üyeliği değil, imtiyazlı ortaklık verilmesinden yana olduklarını açıklamalarına rağmen, Türkiye'nin er ya da geç Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak kabul göreceğini düşünenlerdenim. Hatta bu üyeliğin, Türkiye'nin AB hedefinden vazgeçmeye yöneldiği bir dönemde gerçekleşeceği ve kendi şartlarımızın da dikkate alınacağı kanaatindeyim. Durum böyle olunca 2009 AP Seçimleri'nde olmasa da 2013'te veya en kötü ihtimalle 2018'de Türk vatandaşlarının da oy kullanacağını öngörmek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla 86 yıllık tarihimizde sağ, sol, muhafazakar, liberal, demokrat vs.. görüşlerde olan partilere oy vermeye alışkın olan Türk insanının AP seçimlerinde kimi destekleyeceği de bir muammaya dönüşmektedir. Anket sorusuna verilen karışık cevaplar bunun bir göstergesi sayılabilir. Ancak yine de geleneksel görüşlerin Türk insanı nezdinde daha itibarlı olduğu gerçeğini de atlamamak gerekmektedir. Zira soruyu cevaplayanların %29'u Yeşiller'i (Greens) desteklerdim derken, %29 Liberal-Demokrat İttifakı (ALDE) ve %18 Sosyalist Parti (PES) seçenekleri işaretlenmiştir. Toplamda %76'ya ulaşan bu üç partiyi, %9 ile Hristiyan Demokratlar (Halk Partisi), %7 ile Birleşik Sol (GUE) ve %4 ile Diğer partiler takip etmiştir.

AP Seçimleri'nde Almanya, Hollanda, Belçika ve İsveç gibi ülkelerde yaşayan çok sayıda Türk vatandaşı da oy kullanacaktır. Seçimler sonuçlandıktan sonra Avrupa'daki Türkler'in oy kullanırken nelere dikkat ettiklerine dair analizlere de yine Uluslararası İlişkiler ve Dünya Gündemi Analizleri'nden ulaşabilirsiniz.

Leia Mais…

18 Mayıs 2009

Terörizm Ne Zaman Bitecek? (3) (ETA)


Yazı dizisinin FARC-ELN ve LTTE'yi konu alan ilk iki değerlendirmesinden sonra bugün de İspanya ve ETA örneğini ele alacağız. İspanya'nın Bask Bölgesi'nde ayrılıkçı mücadelesini uzun yıllardır sürdüren ETA (Euzkadi Ta Askatasuna) son dönemlerde eski gücünü yitirmiş durumdadır. İspanya'nın Avrupa Birliği'ne üye olmasıyla birlikte terör örgütüne üstü kapalı desteğini kesmek zoruda kalan Fransa, şimdilerde İspanyol Hükümeti ile birlikte örgütün üst düzey yetkililerine karşı operasyonlar düzenlemektedir. ETA'nın siyasi ve askeri kadrolarını birer birer yakalayan yetkililer, örgüte darbe üstüne darbe indirmektedir. Öyle ki, operasyonlarda elde edilen başarılardan sonra, son yakalanan ETA sorumlusunun 24 yaşında olduğu da sızan haberler arasındadır. ETA'nın lider kadrolarındaki bu çöküş elbette örgütün eylemlerine son vereceği anlamına gelmez. Ancak epeydir ses getirecek bir faaliyette bulunmamış olmaları terörizmin sonlanabileceğine yönelik önemli bir işarettir.

Fakat madalyonun bir de diğer yüzüne bakmakta yarar var. Zira Bask Bölgesi'nde, 1 Mart 2009 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde, ETA'ya yakın olan partilerin ve milliyetçi kesimin başarısızlığa uğraması ve merkezi hükümete yakın bir iktidarın göreve başlayacak olması örgütün mücadele hırsının ve direncinin artabileceğini akıllara getirmektedir. Siyasi arenada İspanyol hükümetine yakın politikalar izlenmesi, Bask halkının kazanmış olduğu birtakım hakların kaybına yol açacak olursa işte o zaman daha büyük gerginliklerin ve çatışmaların başlayabileceği öngörüsünde bulunabiliriz. Dolayısıyla kısa vadede (2-5 yıl) ETA'nın fiilen de olsa varlığını sürdüreceğini söyleyebiliriz. Sonuçta, "dünya üzerindeki çözülmemiş anlaşmazlıkların ve bu yüzden başvurulan terörizmin en son biteceği yerlerden bir tanesi Bask Bölgesi /İspanya'dır" tabirini kullanmak bu görüşlerimizle örtüşecektir.

Leia Mais…

16 Mayıs 2009

Haftanın Portresi : Cengiz Aytmatov


İki haftada bir yayınlamaya başladığımız portrelerimizde bu hafta, ölümünün birinci yılında merhum yazar, politikacı ve düşünür Cengiz Aytmatov'u siyasi yönleriyle anlatmaya çalışacağız.

Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı Şeker Köyü’nde 1928 yılında dünyaya gelen Cengiz Aytmatov, Stalin’in “temizlik” harekâtının kurbanı olan bir babanın çocuğudur. Babasız büyümesi çok küçük yaşlardan itibaren çalışmaya başlamasına neden olmuştur. Siyasi hayatının ilk görevi, 1942’de Köy Sovyeti Kolhozu Sekreterliği’dir. Böylece henüz 14 yaşındayken Komünist Parti ile tanışmıştır. Edebiyat hayatına 1952’de başlayan Aytmatov, babasının Stalin muhalifi olması sebebiyle öğrencilik yıllarında güçlükler yaşamıştır. 1958’de Kruşçev’in yürüttüğü anti-Stalinist kampanya ile birlikte Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne (SBKP) ve Yazarlar Birliği’ne kabul edilmiştir. Bu tarihten sonra Rus ve Kırgız yazarlar arasındaki yerini pekiştirmiş, içinde Lenin ve Büyük Sovyet Edebiyat ödülleri de bulunan sayısız başarı kazanmıştır.

1978 yılında Yüksek Sovyet Prezidyumu tarafından Sosyalist İşçi Kahramanı unvanına layık görülmüştür. Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde siyasi yaşamındaki faaliyetlerde büyük artış görülmüş, Gorbaçov’un iktidarıyla birlikte önce Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı’na sonra da Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği’ne getirilmiştir. 1989’da politik kariyerinin zirvesinde SBKP Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’un beş danışmanından biri olarak görev yapmıştır.

Aytmatov, Gorbaçov’un dağılmakta olan Sovyetler Birliği’ni kurtarmak amacıyla ortaya koyduğu ve “Yeniden Yapılandırma” anlamına gelen fikir akımı Perestroyka’nın teorisyenlerindendir. Öyle ki, bir röportajında bununla ilgili düşüncelerini açıklarken: “Perestroyka başarılı olsaydı SSCB, Avrupa Birliği benzeri bir yapıya dönüşecekti” demiş, Avrupa Birliği’ni insanlık tarihinin en önemli gelişmesi olarak değerlendirmiştir. Aytmatov’un siyasi görüşlerinde Sovyetler Birliği ve Sosyalist İdeoloji önemli yere sahiptir. SSCB’yi hiçbir zaman kötülememiş, Kırgızistan’ın ve tüm Orta Asya’nın gelişimlerine olan Sovyet katkısını görmezden gelmemiştir. Orta Asya ülkelerinin Batı ile olan ilişkilerine de önem veren Aytmatov, Orta Asya için Batı’nın öncelikle Rusya Federasyonu olduğunun unutulmaması gerektiği görüşünü de savunmuştur. Rusya ve Orta Asya ülkelerini aynı gemide yolculuk eden insanlara benzetmiş, Rusya’nın geminin ön tarafında diğerlerine yol gösterdiğinden bahsetmiştir.

Orta Asya’daki son gelişmeler üzerine yapılan bir röportajında ise Asya’nın jeopolitik önemini vurguladıktan sonra, günümüzde yaşanan tehlikelere dikkat çekmiştir. Özellikle Kırgızistan’daki aşırı dinci bazı grupların faaliyetlerini eleştirmiş, İslam dininin bölgede belirleyici unsur olmaması gerektiğini söylemiştir.

1990, Cengiz Aytmatov’un diplomasiye geçiş tarihidir. SSCB’nin son dönemlerinde büyükelçiliğe geçmesi, Gorbaçov ile ters düştüğü yönündeki tartışmalara yol açmıştır. Ancak edebiyat hayatına verdiği uzun süreli arayı sona erdirmek için düşük yoğunluklu bir yurtdışı görevi istemiyle yakın dostu Gorbaçov’a başvurduğu bilinmektedir. 1991’e kadar Sovyetler Birliği’nin ve dağılma sonrasında da bir süreliğine Rusya Federasyonu’nun Benelux ülkeleri (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) ve Fransa’dan sorumlu büyükelçiliğini yapmıştır. 1994’ten itibaren Kırgızistan Cumhuriyeti’nde büyükelçi olarak görev yapmaya başlayan Cengiz Aytmatov; Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg büyükelçiliklerinin yanı sıra Kırgızistan’ın NATO, Avrupa Birliği ve UNESCO’daki temsilciliklerini de üstlenmiştir. Bunun yanında, Avrupa Birliği’nin tüm Asya ülkeleri için bir model olabileceği görüşünü de savunmuştur. Globalleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğu ve bunu reddetmekle değil gelişmelere ayak uydurmakla başarı elde edilebileceği görüşlerine sahiptir. Ayrıca Sosyalist Realizm, Neo-Leninizm ve Reformist Komünizm gibi teorilerden de etkilendiği bilinmektedir.

Aytmatov, Kırgızistan’ın en büyük dostunun Rusya olduğunu ve bu dostun en değerli hediyesinin de Rusça olduğunu belirtmiştir. Eserlerinde Rusçayı çok etkin bir şekilde kullanan Cengiz Aytmatov, başka dillerde yazmayı düşünmemiş, Latin ve Kiril Alfabelerinin birlikte kullanılmalarının yalnızca Latin Alfabesinin kullanılmasından daha yararlı olacağını belirtmiştir.

Cengiz Aytmatov, eski Sovyet coğrafyasında meydana gelen yumuşak (renkli) devrimleri, devletler için zararlı faaliyetler olarak değerlendirmiştir. Oğlu Asker Aytmatov, babasının zararlı olarak nitelediği bu faaliyetlerden biri olan ve Kırgızistan’da 2005 yılında meydana gelen Lale Devrimi sonrasında Dışişleri Bakanlığı görevini bırakmak zorunda kalmıştır. Aytmatov, bu olay sonrasında siyasi yaşantısına bir süre ara vermiştir. Yeni yönetimin ilk zamanlarının ardından iade-i itibar yapılan Cengiz Aytmatov, 2008 yılının Mart ayına kadar diplomatik görevini sürdürmüştür. Bu tarihte herhangi bir açıklama yapılmaksızın görevinden alınmıştır.

Bir televizyon kanalının çektiği belgeselde ata binerken rahatsızlanan ve tedavisine Almanya’nın Nürnberg şehrinde devam edilmek üzere 16 Mayıs’ta hastaneye kaldırılan “Çıngız-Ata” 10 Haziran’da hayata veda etmiş, uçmağa varmıştır. Türk Dünyası’nı yasa boğan, cenaze törenine binlerce insanın katıldığı büyük yazarın vefatı tüm dünyada yankı uyandırmıştır. Gorbaçov, yazara övgüler yağdırmış, Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ve Başbakan Vladimir Putin, Aytmatov’un vefatından büyük üzüntü duyduklarını belirtmişlerdir.

Vefatının üzerinden geçen bir yılda Türk Dünyası onu ve eserlerini unutmamış, bilakis ruhunu zihinlerde yaşatmıştır.

Leia Mais…

15 Mayıs 2009

İspanya ve Avrupa Birliği


İspanya'nın Avrupa Birliği içerisindeki konumu çoğu kez tartışmalara konu olmuştur. Birliğe 1986 yılında katılan İspanya'nın, Franco'nun diktatörlüğü ile sonuçlanan bir İç Savaş yaşamış olması, Bask, Katalunya gibi ayrılıkçı bölgeleri barındırması akıllarda soru işaretleri oluşturmaktaydı. Buna rağmen AB politikalarına çok rahat uyum sağlayan ve birliğe entegre olmada sorun yaşamayan İspanya, yine de Almanya ve Fransa'ya oranla sözü pek dinlenmeyen bir ülke konumunda. Herkesin hatırlayacağı, yakın tarihli bir örnekte İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini desteklediklerini açıklamıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile aralarındaki sıkı dostluğun, bu açıklamada etkisi olmuşsa da geçtiğimiz günlerde Erdoğan'ın "dostu" sayılamayacak bir devlet başkanından, Nicolas Sarkozy'den, Zapatero'nun tam tersi yönde bir beyanat geldi. Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de desteklediği Sarkozy, Türkiye'ye ancak imtiyazlı ortaklık teklif edilebileceğini belirtmişti.

Avrupa Birliği'nin İspanya gibi küçük ortaklarının diğer büyük üyelerin yanında etkisiz kalmasının, bu devletlerin sorunları ile doğru orantılı olduğu kanaatindeyim. Zira AB, birçok açıdan birliğe yeni sorunlar ithal etmemeyi, varolan sorunların çözümüne destek olmayı genel politika olarak belirlemiştir. Türkiye'nin 70 milyonu aşan nüfusu ve 3 milyondan fazla işsizi barındırması Merkel ve Sarkozy'nin elini güçlendirmektedir. Keza İspanya'nın ayrılıkçı bölgelerindeki sıkıntıların hala giderilememiş olması da bu ülkenin AB içerisindeki konumunu zayıflatmaktadır.

13 Mayıs Çarşamba günü, Türkiye Kupası Finali ile aynı gün oynanan İspanya Kral Kupası Finali (Copa Del Rey), Katalan takımı Barcelona ile Bask takımı Athletic Bilbao'yu karşı karşıya getirdi. Karşılaşma başlamadan hemen önce okunan İspanyol Milli Marşı'nı protesto eden ve maç sırasında, üzerinde "Avrupa'nın milletleriyiz. Hoşçakal İspanya" yazan pankart açan bir grup, Barcelona'nın 4-1 kazandığı maçtan sonra da olay çıkardı. Ayrılıkçı grupların elini güçlendiren, merkezi hükümeti ve devleti zor durumda bırakan bu tarz olaylar yüzünden İspanya, AB içerisinde hak ettiği değeri bulamamakta, olması gereken yere ulaşamamaktadır. Aynı sorunları bir gün AB'ye üye olduğunda Türkiye'nin de yaşamaması için yapmamız gereken şey ise, bu meseleleri bir an evvel halletmektir.

Leia Mais…

14 Mayıs 2009

14 Mayıs 1950 - 14 Mayıs 2009


14 Mayıs 2009 Perşembe günü, Türk Demokrasi Tarihi açısından mihenk taşı sayılabilecek, siyasi tarihimizin dönüm noktalarından birinin yıl dönümünü, 14 Mayıs 1950 Parlamento Seçimleri'nin 59. yılını teşkil etmekte. 14 Mayıs 1950'de yapılan milletvekili genel seçimlerinde Demokrat Parti %52'lik oy oranı ile tek başına iktidara gelmiş, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk demokratik seçimlerini büyük farkla kazanmıştır. Bir demokrasi sınavı olan bu tarihten sonra Türkiye'nin 1923'ten günümüze dek sürdürdüğü dış politikanın en önemli kalıcı adımları atılmıştır. 1960'ta, askeri darbe ile yönetimden uzaklaştırılan, lideri, dışişleri bakanı ve maliye bakanı idam edilen DP, aradan geçen 59 yılda büyük çalkantılara sahne olmuş, aynı ekolden geldiği iddiasını taşıyan Adalet Partisi ve sonrasında kurulan Doğru Yol Partisi, Demokrat Parti'nin Türk Milleti bazındaki kredisini kullanarak iktidara gelmiştir. Günümüzdeki Demokrat Parti imajını, eski milletvekili Mehmet Dülger'in ifadesiyle, demokratlık, serbest piyasa ekonomisinden yana olma, ölçülü muhafazakarlık ve ölçülü milliyetçilik olarak tanımlamak ve bu özellikleri taşıyanları Demokrat Partili olarak nitelemek mümkündür.

Bu konunun Dünya Gündemi Analizleri'nde yer almasının yadırganabileceğini düşünerek, normal yayın günlerinden farklı bir zamanda, 14 Mayıs Perşembe günü, yalnızca bir dönemin global politikalarında (bknz. Kore Savaşı, NATO, AB, Kıbrıs vs..) söz sahibi olmuş bir partinin bugünüyle ilgili şahsi görüşümü açıklamak amacıyla bu yazıyı kaleme alıyorum.

14 Mayıs 1950'den 59 yıl sonra 16 Mayıs 2009'da, bu köklü parti, olağanüstü genel kurula gidiyor ve bu kongrede mevcut genel başkan, 28 Şubat sürecinde darbeden yana tavır koyanlara karşı yarışıyor. Gerçek Demokrat Partili bireylerin, kongrede kimi destekleyeceklerini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek...

Leia Mais…

13 Mayıs 2009

İsrail ve Ermenistan


Geçtiğimiz hafta Türk kamuoyunca çok ilginç yorumlanan bir haber dikkatimi çekti : İsrail'den Jest! Haberde; "Ermeni iddialarının İsrail Parlamentosu'nda (Knesset) görüşülmesinin reddedildiği, olayların Knesset'teki siyasi tartışmalarla değil, açık görüşmeler ve tarihi verilerle incelenmesi gerektiği" yer almaktaydı. Kısaca İsrail parlamentosu, ülkede yaşayan Ermenilerin, 1915 olaylarını İsrail'in "soykırım" olarak tanıması yönündeki baskısını kibar bir siyasi dille reddetti. Ancak işin ilginç yanı, bu olayın Türkiye'deki yansımaları oldu. İsrail'in sözde Ermeni Soykırımı'nı tanımadığına ilişkin haberler yayınlandı ve bunun İsrail tarafından Türkiye'ye yapılmış bir jest olduğu vurgulandı.

Fakat genellikle buzdağının görünen tarafına aldanan Türk kamuoyu ve medyası, bir kez daha İsrail'in bu taktiksel ağına düştü. Dünya Gündemi Analizleri'nin ilk yazılarından biri olan "Kosova" başlıklı değerlendirmemizde de kısaca değindiğimiz, "Yahudilerin dünyada soykırıma uğramış tek halk olduğundan yola çıkan İsrail'in ajitasyon politikası", bir kez daha kendini tekrarladı. İsrail'in dünya üzerindeki varlığının ilk ve neredeyse tek sebebi olan "soykırım", başka bir milletle de anıldığı takdirde İsrail'in varlık sebebini yitirme olasılığı doğacağından, İsrail, soykırım üzerinden politika gütmekte olan hiçbir devlete sıcak bakmamaktadır. Dolayısıyla Knesset'te alınan bu karar Türkiye'ye yapılmış bir jest gibi görünse de altında yatan sebepler farklıdır. Bunu görüp doğru şekilde analiz edebilmek için büyük bir uzman olmaya gerek yoktur. Öyle ki İsrail'in bu tavrının gelecekte de değişmeyeceğini ve özellikle İsrail'deki milliyetçi hükümetin, sol partiler tarafından ara sıra gündeme getirilen bu tarz tekliflere sıcak bakmayacağını söylemek yerinde bir tesbit olacaktır.

Leia Mais…

11 Mayıs 2009

İslam Dünyası'nın Yeni Lideri Mısır (mı ?)


ABD Başkanı Barrack Obama, Müslüman Dünyası'na sesleniş konuşmasını yapacağı ülkeyi belirledi. Bu ülke, Dünya Gündemi Analizleri'nde yaptığımız bir ankete verilen cevapların (%50 Türkiye) aksine Mısır oldu. Mısır'in İslam alemindeki yeri ve önemi tartışılmaz. Ancak Obama'nın Mısır tercihi kafalarda soru işaretleri oluşturdu. Zira bu konuşmanın yapılacağı düşünülen ülkeler arasında Ürdün ve Suudi Arabistan'ın isimleri de ön plana çıkmaktaydı. Mısır'ın Orta Doğu politikalarında artan etkinliği ve stratejik önemi, Ürdün ile kıyaslanamayacak derecede yüksek. Bunun yanında Obama'nın Suudi Arabistan'ı tercih etmemiş olma sebebini ise, bu ülkenin Müslüman Dünyası'ndaki gücünü dengeleme düşüncesi olarak göstermek mümkün. Irak, Suriye ve Lübnan'ın listeye bile giremediği bir ortamda, Türkiye'ye yaptığı ziyaretin de çok yeni olması Obama'yı Mısır opsiyonunu kullanmaya yöneltmiştir. Obama yönetiminin Orta Doğu'da hiçbir devleti küstürmemeye çalışan, herkese eşit uzaklıkta olduğunu kanıtlamaya yönelik tutumunun da Mısır tercihinde etkili olduğu söylenebilir.

Beyaz Saray sözcüsü Robert Gibbs'e yöneltilen "Neden Mısır?" sorusunu Gibbs, "Mısır'ın birçok açıdan Arap dünyasının kalbini temsil ettiğini" söyleyerek yanıtladı. Buradan birçok sonuca ulaşmak mümkün. Zira Müslüman Dünyası'na yapacağı tarihi konuşmayı bir Arap ülkesinden gerçekleştirmeyi planlayan Obama'nın, açık bir şekilde Türkiye'yi mevzu bahis dünyadan ayırdığı ortadadır. Genelde Avrupa'nın ve Obama'dan önceki ABD başkanlarının Türkiye'yi Müslüman Dünyası'nın sınırlarına dahil ettiği bilinmektedir. Obama ile birlikte bu tabunun da yıkılmaya başladığı görülmektedir. Bunun yanı sıra Obama'nın, sürekli silah stoku yapan ve kendine lider rolü biçen Suudi Arabistan, savaşın yaralarını sarmaya çalışan ve henüz istikrara kavuşamamış Irak, kaos içindeki AfPak (Afganistan ve Pakistan) ile Müslüman çoğunluğun yaşadığı diğer ülkeler olan Malezya ve Endonezya'yı tercih etmemiş olması da önemlidir. Zira Obama'nın Mısır tercihi, Davos Zirvesi sonrasında Türkiye'nin Orta Doğu'daki saygınlığının artmasını hazmedemeyen ve buna alenen karşı çıkan Mısır'ı kazanmaya yönelik bir tavır olarak da değerlendirilebilir. Özellikle İsrail ile bölge ülkeleri arasındaki sorunlarda ABD'nın isteyeceği en son şey kendisine karşı politikalar izleyen yeni bir ülkedir. Dolayısıyla Obama, siyasi danışmanlarının da büyük etkisi olduğunu düşündüğüm bu kararında bölge ve dünya barışına katkı sağlayacak önemli bir adım atmıştır.

Leia Mais…

9 Mayıs 2009

Kabine Revizyonu ve Türk Dış Politikası


1 Mayıs'ta başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümet yetkililerinde bazı değişiklikler yapıldığını duyurduğunda, bunun geç kalmış bir değişiklik olduğu ve 22 Temmuz 2007'deki seçimlerden sonra düşünüldüğü ancak gerek kapatma davası gerekse yerel seçimler nedeniyle bugüne kadar ertelendiği yorumları yapıldı. Sonuçta birkaç bakan hükümetin dışında kaldı, bir kısmı ilk kez bakanlığa gelirken bir kısmının da kabinedeki yeri değişti. Ancak hükümete meclis dışından giren biri vardı ki, bu değişiklikten tam 3 hafta önce Dünya Gündemi Analizleri'nde, siyasi ve/veya bürokratik geleceğinin çok parlak olduğunu belirtmiştik. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanlığı'na getirilmesi politikayı yakından takip edenler ve Davutoğlu'nu tanıyanlar açısından süpriz olmadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki 544 milletvekilinden yalnızca birkaçı Ahmet Davutoğlu'nun yerine getirmesi beklenen görevi üstlenebilecekken, kendisine yöneltilen eleştirilerin ne kadar haksız olduğu da ortaya çıkmaktadır.

Ahmet Davutoğlu, 7 yıldır sürdürülen ve giderek aktifleşen Türk Dış Politikası'nın (TDP) mimarlarından biri ve başbakan danışmanı olması nedeniyle belki de en önemlisidir. Zira TDP'nin 86 yıllık serüveninde teori ve pratiği bir arada yürütmek çoğu zaman mümkün olmamıştır. Fakat Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olması ile birlikte altyapısı sağlam teorilere dayalı fikirlerin, uygulamaya konulması için hiçbir engel kalmamıştır. Kabine revizyonunun bana göre ekonomi ile ilgili gerekçeler ve yerel seçimin etkisi ile birlikte en önemli sebebi Türkiye'nin bölgesinde ve dünyada artan öneminin altından başarıyla kalkabilecek, Kafkasya-Orta Doğu-Balkanlar üçgenindeki Türkiye misyonunu rahatlıkla üstlenebilecek bir Dışişleri Bakanı arayışıdır. 2002'den beri sürdürülen dış politikanın değişmesi beklenmemekle birlikte, pasif kalınan birçok alanda Ahmet Davutoğlu ile birlikte aktifleşme sürecine girilecektir. Zira TDP'nin gölgede kalan mimarı artık daha çok göz önünde olacaktır.

Leia Mais…

8 Mayıs 2009

Gözlerden Kaçan Seçimler (2)


Geçtiğimiz günlerde konu edindiğimiz "Gözden Kaçan Seçimler", ilk bölümünün çok yer tutması üzerine bir nevi yazı dizisine dönüştü. Slovakya ve Makedonya'yı ele aldığımız ilk bölümden sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Hindistan'daki parlamento seçimlerini değerlendireceğiz.

KKTC Parlamento Seçimleri 19 Nisan 2009'da, %81'lik bir katılım oranıyla gerçekleştirildi. Seçimi, oyların %44'ünü alarak 50 sandalyeli mecliste 26 sandalye kazanan, eski başbakan Derviş Eroğlu'nun partisi Ulusal Birlik Partisi (UBP) önde bitirdi ve tek başına iktidar olmayı garantiledi. Rauf Denktaş ekolünün bir temsilcisi sayılan Eroğlu, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'tan sonra Cumhuriyetçi Türk Partisi'nin (CTP) başına geçerek başbakan olan Ferdi Sabit Soyer'i ve Demokrat Parti (DP) genel başkanı Serdar Denktaş'ı yenilgiye uğratarak başbakanlık koltuğunun yeni sahibi oldu. Güney Kıbrım Rum Kesimi (GKRK) ile müzakere sürecinde ılımlı politikalar izleyen Talat'ın, UBP iktidarı ile birlikte hızının yavaşlayacağını savunanlar olsa da, Kıbrıs Davası'nın tarihten gelen önemi ve anavatan Türkiye Cumhuriyeti'nin net tavrı sayesinde böyle bir durumun söz konusu olmayacağını tahmin etmekteyim. Kıbrıs Sorunu'nun çözümü yolunda herkesin üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getireceğine olan inancım tamdır. Bu yazının, yalnızca seçimler ile ilgili bir değerlendirme olması bakımından ve Kıbrıs konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığımdan; 19 Nisan erken seçimleri sonrasında, müzakere sürecinin yara almaksızın devam edeceği öngörüsünde bulunmakla yetineceğim.

Dünyanın en geniş katılımlı demokratik seçimleri ise şu sıralarda Hindistan'da devam etmekte. 714 milyon Hintlinin oy kullanacağı Hindistan Genel Seçimleri'nde, oy verme işlemi 5 aşamalı olarak 16 Nisan'da başladı. 22/23 Nisan, 30 Nisan ve 7 Mayıs'ta gerçekleştirilen 4 aşamaya ,13 Mayıs'ta gerçekleştirilecek olan 5.aşamanın eklenmesiyle, 543 sandalyeli Hindistan Meclisi'nin (Lok Sabha) yeni üyeleri seçilecek. 15. Lok Sabha seçimlerini kazanmaya en yakın parti olarak gösterilen Birleşik Yenilikçi İttifak - UPA (United Progressive Alliance), başbakan Manmohan Singh ve Sonya Gandhi'nin partisi olarak bilinmektedir. Biraraya gelmiş birçok partiden oluşan UPA'nın seçimi kazanması halinde görevdeki başbakan Singh'in yeniden bu göreve gelebileceği konuşulanlar arasındadır. Seçimlerin başladığı bölgelerde %50-%60 arası katılımın sağlandığı Hindistan, gelişmekte olan demokrasiler açısından bakıldığında çok önemli bir yere sahiptir. Zira 175 milyon euro harcanarak yapılan seçimler, dünyanın en kalabalık ikinci ülkesindeki demokrasi bilincini de gözler önüne sermektedir.

Demokratik seçimlerle başa gelen iktidarlar ve liderler uluslararası politika ve dünya gündemi açısından dikkat edilmesi gereken olgulardır. Unutulmamalıdır ki, liderler ülkelerinin ve dünyanın gündemini belirlemede son derece önemli kimselerdir ve onları görmezden gelmek, hangi koşullar altında lider olduklarını bilmemek sağlıklı değerlendirmeler yapmamıza engel teşkil edecektir.

İlerleyen günlerde Güney Afrika, Ekvador, Panama, Litvanya ve Arnavutluk gibi seçimlerin yanı sıra, Avrupa Parlamentosu, İran ve Afganistan Devlet Başkanlığı seçim değerlendirmelerini Dünya Gündemi Analizleri'nden takip edebilirsiniz.

Leia Mais…

6 Mayıs 2009

Domuz Gribi : Hastalık mı? Biyolojik Silah mı?


Son günlerde dünya gündeminde kendisine sıklıkla yer bulan bir vaka, Domuz Gribi. Önce Meksika'da görülen ardından Amerika Birleşik Devletleri'ne oradan da Avrupa'ya sıçrayan bu ölümcül hastalık, birkaç yıl önce yine dünya çapında etkili olan Kuş Gribi'ne benzetilmekte. ..
Konu salgın hastalıklar olunca insanoğlu, çok eski zamanlardan bu yana büyük sınavlar vermiştir. Özellikle Orta Çağ'da çok yaygın bir hastalık olan cüzzama yakalanan insanların toplumdan tecrit edilmeleri bu sınavlara verilebilecek bir örnektir. 20. yüzyıla gelindiğinde hastalıkların temel sebepleri olan virüsler; kimyasal, biyolojik ve bakteriyolojik silahlar içerisinde çağın iki büyük savaşında da kullanıldı. Uluslararası savaş hukukunun kesin bir şekilde yasakladığı bu tür silahlara son olarak, Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin'in Felluce'de kullanmasıyla ve kanıtlanamamış olmasına rağmen İsrail'in Lübnan ve Filistin saldırıları sırasında rastlandı.

Uluslararası politikada sıklıkla dile getirilen "nükleer silahların teröristlerin eline geçmesi olasılığı", nükleer enerjiye sahip devletlerin ve uluslararası örgütlerin aldığı önlemler sayesinde neredeyse imkansız hale gelmiştir. Ancak normalin biraz üzerinde şartlara sahip herhangi bir laboratuvarda, insan ölümlerine sebebiyet verebilecek bir virüsün yaratılması mümkündür. Dolayısıyla tüm dünyanın gözü nükleer silahlara çevrilmişken, teröristlerin farklı bir silah kullanma olasığı kimseye inandırıcı gelmemektedir. Domuz gribi ile ilgili ilk vakanın, uyuşturucu çetelerine (kartel) karşı yürüttüğü başarılı operasyonlarla gündeme gelen Meksika'da görülmüş olması, söz konusu terörist grupların devlete mali yük getirmek ve dikkatleri kendilerinden uzaklaştırmak amacıyla böyle bir uygulamaya başvurmuş olabileceklerini akıllara getirmektedir. ABD Başkanı Barrack Obama'yı biyolojik bir silahla öldürmeyi planladığını açıklayan El-Kaide'nin de unutulmamasu gerekmektedir.

Yazıyı yazdığım sırada Portekiz'de de görülmesi ile birlikte 21 ülkeye ulaşan, insandan insana bulaştığının kanıtlanması ve domuz yetiştiriciliği sektörüne verdiği büyük zarardan ötürü adı H1N1 virüsü olarak değiştirilen Domuz Gribi, neticede salgın ve ölümcül bir hastalıktır. Bilim insanları hastalığın tedavisini bulmaya, devletler vatandaşlarını bilinçlendirmeye, halk ise önlemler alarak korunmaya çalışmaktadır. Ancak bilinen anlamlarını yavaş yavaş yitirmeye başlayan ve kendisine yeni, farklı alanlar yaratan terörizmin (siberterör, petroterör, bakteriyolojik terör) etkisi de göz ardı edilmemelidir.

Leia Mais…

4 Mayıs 2009

Terörizm Ne Zaman Bitecek? (2) (LTTE)


Dizinin ilk yazısında Kolombiya örneğine göz atmıştık. Şimdi Sri Lanka ve Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) ile devam ediyoruz.

Sri Lanka'da 25 yıldır faaliyette olan etnik kökenli, ayrılıkçı bir örgüt LTTE. Ancak ülkedeki konumu hiç bu kadar kritik olmamıştı. Zira Sri Lanka'da hükümet, örgütü tamamen bitirmek için çok geniş çaplı operasyonlar yürütmekte. Gerçekten de LTTE, varlığının yakın gelecekte sona ermesi beklenen yegane terör örgütü haline gelmiştir. Bu seriye başlarken ki esas görüşümüz olan, terörizmin sürgit şekle dönüşmesinde insan unsurunun önemi, Sri Lanka ve LTTE örneğinde daha belirgin bir hal almaktadır. Etnik kökenlere sahip olduğundan, devamlılığın ancak Tamilliler desteklerse sağlanabileceği bir gerçektir. Durum böyleyken bölge insanlarına korku salan, sivil ölümlerine sebebiyet veren, kendi etnisitesinden olan insanları canlı kalkan olarak kullanan bir terör örgütüne, halkın destek vermemesi doğal karşılanmalıdır. Tüm bunlar biraraya geldiğinde, uzun yıllardır Sri Lanka'nın kuzeyine ve doğusuna hükmeden LTTE'nin çok küçük bir alana sıkışıp, ısrarla ateşkes talep etmesi de yine insan unsuruyla yakından ilişkilidir. Üye sayısı azalan ve halk desteğinden mahrum kalan LTTE'nin miadının dolduğunu söylemek yanlış olmayacaktır...

Leia Mais…

2 Mayıs 2009

Haftanın Portresi : Rahm Israel Emanuel


Bu hafta, Obama başkanlığındaki yeni ABD yönetimin, Beyaz Saray'daki en üst yetkilisi (Chief of Staff) olan, Rahm Emanuel'i ele alacağız. 1959 yılında Amerika'nın Illinois eyaletinin Chicago şehrinde, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Emanuel, katı Yahudi geleneklerine göre yetişmiş ve oldukça muhafazakar bir okulda ilk öğrenimini tamamlamıştır. Sarah Lawrence Koleji'ni bitirdikten sonra yüksek lisansını Kuzeybatı Üniversitesi'nde Hitabet ve İletişim üzerine yapmıştır. Babası Benjamin Emanuel, siyonist bir terör örgütü olan ve Filistin köylerine yaptıkları baskınlarla bilinen Irgun'un eski bir üyesidir. Kendisi de 1991'de Körfez Savaşı sırasında, gönüllü olarak İsrail kuvvetlerine katılmış ve bir süre kamyon freni tamiri gibi işlerde çalışmıştır. Siyasi kariyerine daha önceleri Chicago'da başlamış olsa da Bill Clinton'ın 1992 yılında yürüttüğü seçim çalışmalarında aktif görevler üstlenmiştir. 1993-1998 yılları arasında başkan Clinton'ın politik danışmanlığını yürütmüştür. Bu süre içerisindeki en önemli icraatı, Yitzak Rabin ve Yaser Arafat'ın Bill Clinton'ın sağında ve solunda yer alarak tokalaştıkları sahneyi planlaması olmuştur. 1998'de Clinton'ın tavsiyesiyle ünlü bir yatırım finansman şirketi olan Freddy Mac'te (Federal Home Loan Mortgage Corporation) üst düzey yönetici olarak çalışmaya başlamıştır. Bu yıllar içerisinde şirkette yaşanan yolsuzluklar ve büyük skandallara adının karışmasını engelleyememiştir. 2001 yılında, 2002'deki Temsilciler Meclisi Seçimleri'nde yarışmak üzere Freddy Mac'ten istifa etmiştir. Temsilciler Meclisi üyesi olarak geçen yıllarında, demokratik görüşleriyle bağdaşan bir çok komitede ve komisyonda görev almıştır.

Yahudi olmaktan gurur duyduğunu, kültürünü ve tarihini her zaman koruyacağını ve kollayacağını açıklayarak, Amerika'daki Yahudi Lobisi'nin desteğini de sürekli arkasına almıştır. Öyle ki, Clinton'ın başkanlığı kazanmasını sağlayan kampanyasında nereden geldiği belli olmayan 72 milyon dolarlık yardımın bile, Rahm Emanuel sayesinde kampanyaya aktarıldığı söylenmektedir. Konu İsrail'in savunması olunca sertlik yanlısı tutumu ve İsrail yanlısı tavrı nedeniyle kendisine Amerikan kamuoyu tarafından Rahmbo lakabı takılmıştır. İsrail-Filistin meselesinde Amerika'nın İsrail'in yanında yer almasını sağlayan ve sağlamaya devam edecek yegane politikacı olan Emanuel, Hamas'ın izole edilmesi, İran'a karşı taviz verilmemesi gibi İsrail taraflı politikaların da yaratıcısıdır. İsrail'in ve Yahudi Lobisi'nin Emanuel üzerindeki etkisi, Emanuel'in de Obama üzerindeki etkisi bilindiği için, Rahm Emanuel'in Washington politikalarında söz sahibi olması çok çeşitli çevreler tarafından sıklıkla eleştirilmektedir.

Barrack Obama'nın Hüseyin olan ikinci ismini sürekli gündeme taşıyan Türk basınının, Rahm Emanuel'in İsrail olan ikinci ismini, babasının eski bir terörist olduğu gerçeğini ve genel olarak Emanuel ile ilgili açıklayıcı ve nitelikli bilgilere, yazılara yer vermiyor olması şaşırtıcı olduğu kadar üzücüdür. Nitekim onyıllardır sözü edilen Amerikan-İsrail ortaklığının ete kemiğe bürünmüş hali, ilk defa Rahm Emanuel'in kişiliğinde kendini bulmaktadır. NBC'nin ünlü televizyon dizisi Heroes'da bile bir benzeri (Liam Samuels adıyla) konu edilen Rahm Emanuel'in dünyanın geri kalanı için önemsiz görülmesi kabul edilemez. Bu haftanın portresinden çıkardığımız sonuç ise şudur : Obama ile birlikte ABD Dış Politikası'nda oluşmaya başlayan bahar havasının gözlerimizi boyamasına izin vermemeli; yalnızca başkan, başkan yardımcısı ve dışişleri bakanına bakarak Amerikan politikalarını değerlendirmemeliyiz.

Leia Mais…

1 Mayıs 2009

Emek ve Dayanışma Günü


1800'lü yılların ortalarından itibaren başta İngiltere olmak üzere, Sanayi Devrimi'nin de etkisiyle Avrupa'nın dört bir yanında baş gösteren işçi hareketleri, 19.yy sonlarına gelindiğinde meyve vermeye başlamıştı. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi temel hedefinden yola çıkarak, çalışma saatlerinin düzenlenmesi, eşit işe eşit ücret gibi olguları savunan işçiler, İngiltere, Amerika ve Fransa'da grevler, gösteriler, yürüyüşler düzenlemek suretiyle tepkilerini ortaya koydular. Kısa sürede yayılan bu hareket, uzun uğraşlar ve mücadeleler sonrasında kazanılan hakları sembolize etmek üzere zamanla geleneksel bir hal alarak her yıl Mayıs ayının ilk günü, İşçi Bayramı adı altında kutlanmaya başladı. Önceleri burjuvazinin ve egemen sınıfın alt sınıfları özellikle de işçi sınıfını ezmesini engelleme, eşit haklar ve temel özgürlüklerin bir yansıması olarak görülen 1 Mayıs, zamanla siyasi ideolojiye alet olmaktan kurtulamamıştır. Bunda sınıf bilinci ve işçi hareketlerinin yükselmeye başladığı 19.yy sonları ve 20.yy başları önemli yer tutmaktadır. Özellikle Bolşevik Devrimi ile birlikte Marksizm, Komünizm, Sosyalizm gibi fikir akımlarının taraftarları 1 Mayıs'a ideolojik bir misyon yüklemek suretiyle görüşlerini pekiştirmeyi amaçlamışlardır. Oysa bazı ülkelerde 1 Mayıs, bu ideolojilerden tamamen bağımsız şekilde kutlanmakta, haklara sahip olmanın getirmiş olduğu coşku ortaya çıkarılmaktadır. Bu duruma verilebilecek en güzel örnek ise Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde İstanbul'da yapılan 1 Mayıs kutlamalarıdır. 1909-1913 yılları arasında yapılan 1 Mayıs törenlerinde insanlar, kendilerine çeşitli hakların sağlanması amacıyla biraraya gelerek gösteriler düzenlediler. Ancak 1. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle, ülkedeki olağanüstü durum nedeniyle kutlamalara bir süreliğine ara verdiler. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan hemen sonra 1923 yılında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi'nde ise 1 Mayıs'ın Türkiye İşçileri Bayramı olarak kutlanması kararı ile birlikte işçilere bir takım haklar tanınması kararı da alındı. Ancak Sovyet rejimine yakınlık duyan bazı kesimlerin kutlamalara ideolojik açıdan yaklaşması, 1970'lerde 1 Mayıs'ı tam bir gerginlik odağı haline getirdi. Sonuçta 1977 yılında çıkan olaylar, Türk Siyasi Tarihi'ne kara bir leke olarak geçti.

Günümüzde gelinen noktada ise, artık örnek alınacak, imrenilecek komünist bir rejim bulunmadığından kutlamaların layıkıyla yerine getirilmesi beklenmektedir. Ancak bu seferde karşımıza hangi amaca hizmet ettiği aslında gayet açık olan fakat "bilinmeyen" bazı güçler çıkmakta, bu güçler 1 Mayıs'ı provokasyonlarına alet etmektedirler. İşçi ve emekçilerin hakları olan saygıyı görecekleri, kutlamalar yapacakları bu günde, insanımızın arasına sızan bazı kışkırtıcılar, gösterileri manipüle etmeye, amacından saptırmaya çalışmaktadırlar. Neticede her sene 1 Mayıs yaklaşırken kamuoyuna tedirginlik hakim olmaktadır.

Bu yıl alınan bir kararla 1 Mayıs'ın Emek ve Dayanışma Günü olarak kutlanması ve bu günün resmi tatil olması kesinleşmiştir. İşçinin, emekçinin sol görüşlüsü, sağ görüşlüsü, apolitiği, müslümanı, ateisti olmayacağından yola çıkarak, herkesin insan ve vatandaş olmanın getirdiği/gerektirdiği haklardan ve özgürlüklerden yararlanmasının zarureti, 1 Mayıs'a önem katmaktadır. Bu vesileyle, bu yılki Emek ve Dayanışma Günü'nün kutlu olması dileklerimle....

Leia Mais…

Dünya Gündemi Analizleri Hakkında

Bu blog, uluslararası politikada yaşanan güncel gelişmeleri takip etmek ve değerlendirmelerde bulunmak amacıyla oluşturulmuştur. İçinde yer alan yazı, yorum ve analizlerin tamamı yazarın şahsi görüşleridir. Yazıların tüm sorumluluğu blog yazarına aittir.

Güncellemeler belli bir programa göre yapılmamaktadır. Bunun yanı sıra her sabah çeşitli şekillerde güncellenmektedir. Yazılar hazırlanırken; ntvmsnbc, bbc türkçe, reuters, guardian, washington post, der spiegel, kommersant vs gibi kaynaklardan yararlanılmaktadır. Haber içerikleri bu kaynaklardan sağlanmakla birlikte, yorumlar ve analizlerin tümü blog yazarına aittir.

Blog içeriğinin, yazardan izin alınmaksızın kullanılması kanunen yasaktır. Kaynak göstererek veya yazarla irtibat kurularak yapılan alıntılara izin verilecektir.