29 Haziran 2009

Darbe!


Türkiye'nin yıllardır yaşadığı, şu günlerde yeniden gündemde olan ve askeri güçlerin iktidarı cebren ele geçirmesi anlamına gelen vak'a, darbe. Ancak söz konusu darbe bu kez Türkiye'de konuşulduğu gibi bir "belge" üzerinden yapılmıyor. Latin Amerika ülkesi Honduras'ta solcu lider Manuel Zelaya, görev süresinin uzatılmasını öngören anayasa değişikliği referandumundan hemen önce askeri müdahaleye maruz kalarak Kosta Rika'ya sürgün edildi. Bölgedeki tüm rejimlerin birer birer sosyalizme dönüştüğü göz önüne alındığında Honduras'ta meydana gelen bu olay açıkcası herkes için bir süpriz oldu. Zira Kosta Rika'dan yaptığı açıklamada Zelaya, "Obama'dan bu darbenin arkasında olmadığına dair garanti istiyorum" diyerek darbenin adresi olarak ABD'yi gösterdi. Benzer tepkiler diğer solcu liderler Hugo Chavez, Rafael Correa ve Evo Morales'ten de geldi. Öyle ki Venezuela lideri Chavez ve Ekvador devlet başkanı Correa tepkilerini bir adım daha ileri götürerek Honduras'ta kendi ülke vatandaşları zarar gördüğü takdirde bu ülkeye askeri müdahalede bulunabileceklerini belirttiler. Ayrıca Amerika'dan darbenin kınanması talebinde bulundular.

ABD Başkanı Barrack Obama ise, Honduras'ta meydana gelen olaylardan üzüntü duyduğunu ve durumun gidişatından endişeli olduğunu söyledi. Aslında Honduras'ta yaşanan askeri darbe büyük ölçüde çevre faktörlerinden etkilenmeksizin gerçekleşen münhasır bir olay görünümündedir. Bana göre darbenin arkasında Soğuk Savaş yıllarının Amerikası'nı aramak yanlıştır. Zira ABD'nin CIA (Central Intelligence Agency) aracılığıyla Latin Amerika ülkelerinde karışıklık çıkarmaya yönelik dış politikası uzun zaman önce son bulmuştur. Dolayısıyla Honduras'ın kendine özgü bir durum ile karşı karşıya olduğu kanaatini taşımaktayım. Ancak Venezuela, Küba, Ekvador, Bolivya gibi sosyalist liderler tarafından yönetilen devletlerin olaya karışması işleri daha da karmaşık hale getirebilir. Honduras'ta tansiyon düşer düşmez mevcut başkan Manuel Zelaya'nın -ABD ve Latin Amerika ülkelerinin de telkinleriyle- bir an evvel görevine geri dönmesi hem bölgenin istikrar ve güvenliği hem de demokrasi açısından oldukça önemlidir.

Leia Mais…

26 Haziran 2009

Güney Afrika ve Irkçılık


Irkçılık ya da tüm dünya tarafından tanındığı şekliyle rasizm (racism) günümüzde önemli bir problem olarak görülmektedir. Özünde, ırk, din, cinsiyet vs gibi kişisel nitelikler üzerinden diskriminasyona gitmeyi, farklı unsurlara karşı düşmanca tavırlar sergileyip ayrımcılık yapmayı temsil eden ırkçılık, dünyanın birçok bölgesinde çeşitli şekillerle karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri ve belki de ırkçılık tarihindeki en kapsamlı ayrımcılık olan Güney Afrika'daki "Apartheid" rejimi 1994 yılında nihayet son bulmuş, böylece ülkede azınlıkta kalan beyazların çoğunluk olan siyahları yönetmesi için düzenlenmiş kurallar bütününü oluşturan Apartheid, Afrika Ulusal Kongresi'nin (ANC) ve Nelson Mandela'nın uzun uğraşları sonucu ortadan kaldırılmıştır. Modernite ile uzaktan yakından alakası olmayan ve tamamen orta çağ mantalitesi ile hareket eden birtakım kişilerce oluşturulan Apartheid Yasaları, Güney Afrika'daki beyazları siyahlardan kesin bir şekilde ayırmayı amaçlıyordu. Gerek Güney Afrika'nın gerekse de bu rejime karşı olan diğer devletlerin yoğun çabaları, bugün, ülkede herkesin barış içinde birarada yaşamasını sağlamıştır.


Güney Afrika ve Irkçılık meselesi son günlerde FIFA Konfederasyon Kupası maçlarında yeniden gündeme geldi. Maçları takip eden Güney Afrika taraftarları, milli takımlarının defans hattında görev yapan ve takımdaki tek beyaz futbolcu olan Matthew Booth topa dokunduğunda ilginç yerel çalgıları Vuvuzela'yı çalmayı bırakıp bağırmaya başlıyorlardı. Önceleri herkes çoğunluğu siyah olan taraftarların beyaz Booth'a tepki gösterdiğini sanıyordu. Ancak işin sonradan öğrenilen aslına göre Güney Afrikalı siyah taraftarlar Booth'u yuhalamıyor aksine ona olan sevgilerini "Booth" diye bağırarak gösteriyorlardı. Neredeyse yarım asır boyunca ırk ayrımcılığına tabi tutulan Güney Afrikalı siyahlar, ırkçılığa ırkçılıkla karşılık vermek yerine kendilerinden farklı olanı, olduğu gibi kabul etmenin büyük bir erdem olduğunu da böylece herkese kanıtladı. Demokrasiyi benimsemenin dini, dili, ırkı, yaşı, cinsiyeti ve ten rengi olmadığının en güzel örneği...

Leia Mais…

24 Haziran 2009

Rusya'nın Afrika Açılımı


Rusya Federasyonu (RF) Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, 4 gün sürecek Afrika ziyareti kapsamında Nijerya, Angola, Mısır ve Namibya'yı ziyaret ediyor. Soğuk Savaş'tan bu yana Afrika ülkeleriyle olan ilişkileri giderek seyrekleşen Rusya'nın, Putin'den sonra Medvedev ile de bölgeye ilgi göstermesi aslında süpriz değil. Zira enerji alanında global bir aktör konumundaki RF, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip Afrika ülkeleri ile irtibatını koparmamaya çalışmaktadır. Rusya'nın bölgeden uzak kaldığı yıllarda; ABD, Çin, Fransa gibi küresel rakipleri Afrika'yı yeni nüfuz alanı olarak belirlemiş ve her biri kıtanın çeşitli bölgelerinde kendi enerji şirketleri vasıtasıyla etkinlik kazanmıştır. Durum böyleyken giderek azalan kaynaklar ve bununla doğru orantılı biçimde artan enerji ihtiyacı Rusya'yı Afrika alternatifine yöneltmiştir.

Medvedev'in ziyaret edeceği ülkeler arasında bulunan Nijerya, zengin petrol kaynakları sayesinde süper güçlerin dikkatini uzun zamandır üzerinde taşımakta. Özellikle Chevron ve Exxon Mobile'in bölgedeki yatırımları bilinmektedir. Dünyanın en hızlı gelişen ekonomilerinden biri olan Angola ise petrol, doğalgaz ve elmas rezervlerinin yanı sıra önemli oranda hidroelektrik potansiyeline sahip bir ülke. Aralarında Chevron, British Petroleum, Petrobras gibi enerji devlerinin bulunduğu bir dizi şirketin Angola'da yatırımları bulunmaktadır. Namibya'nın da önemli elmas, altın, gümüş ve bilumum metal madenleri ile zengin uranyum kaynakları mevcuttur. Rusya'nın Afrika'daki varlığı son yıllarda değerli metaller ve altın, elmas gibi emtialar üzerinde şekillendiğinden ve enerji pastasındaki büyük paylar Amerika, Çin, İngiltere, Fransa, Brezilya gibi küresel rakiplere düştüğünden RF, pastanın yeniden paylaşılması taraftarıdır. Bu çerçevede Rusya, Afrika'daki enerji savaşlarına bir şekilde dahil olmayı planlamaktadır. Medvedev'in ziyaretlerinin Mısır ayağı da buna kanıt olarak gösterilebilir. Zira Rusya, Mısır'dan ve Nijerya'dan Avrupa'ya yapılması planlanan petrol ve doğalgaz boru hatlarını, devlet kontrolündeki enerji şirketi Gazprom vasıtasıyla yapmayı düşünmektedir. Petrol arama, çıkarma, ulaştırma vs gibi faaliyetlerinin yanı sıra, gelişmiş teknolojisi sayesinde Gazprom, boru hattı inşasında dünyanın en önde gelen kuruluşlarından biri olarak nitelenmektedir.

Sonuç olarak Medvedev'in Afrika ziyaretlerini Rusya'nın gerçekleştirdiği bir dış politika hamlesi olarak görmektense; Rusya'yı, küresel enerji savaşının Afrika cephesine katılan yeni bir aktör olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Leia Mais…

22 Haziran 2009

Yeniden Ahmedinejad


İran İslam Cumhuriyeti'nde 12 Haziran Cuma günü gerçekleştirilen başkanlık seçimlerinde mevcut başkan Mahmud Ahmedinejad, reformcu rakibi Mir Hüseyin Musavi'ye büyük fark atarak seçimi kazandı. 24 milyondan fazla oy ile toplam oyların %62.63'ünü alan Ahmedinejad bir dönem daha devlet başkanlığı yapacak. Seçimlerden önce Dünya Gündemi Analizleri'nde konuya dair kapsamlı bir değerlendirmede bulunmuştum. Burada yaptığım öngörüler, diğer birçok uzmanın aksine isabet kaydetti. İran'ın ve bölgenin içinde bulunduğu kritik dönem, uluslararası konjonktür, terörizm, Orta Doğu, Filistin ve Afganistan-Pakistan meseleleri, İran'da yaşanacak köklü değişimlerin önündeki en büyük engeldir. Dünya dengesinin Orta Doğu ve Hazar Denizi'nin güneydoğusuna kaydığı günümüzde İran, müthiş stratejik ve jeopolitik bir öneme sahiptir. Durum böyleyken, yenilikçi söylemler her ne kadar İran halkının kulağına hoş gelse de, realite farklıdır. Büyük şehirlerde yaşayan modern kesimin ısrarla desteklediği, uğruna sokaklara dökülüp gösteriler düzenlediği Mir Hüseyin Musavi, bana göre kritik uluslararası şartların altından kalkabilecek bir siyasetçi görüntüsü sergilememektedir. Tam aksine, oylarının büyük çoğunluğu kırsal ağırlıklı olan ve ülke yönetiminde geçen 4 yılında liyakatini kanıtlamış devlet başkanı Mahmud Ahmedinejad, İran'ın üzerine düşen rolü oynaması adına önemli bir namzettir.

Seçim sonuçlarının büyük bir kesimi (13 milyon) memnun etmediği bir gerçektir. Ancak her demokratik tercih sonrasında bir taraf kazanırken, doğal olarak diğeri kaybetmektedir. Türkiye'de 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde ortaya çıkan tablo da, bugün İran'daki sonuçlara benzer nitelikteydi. Zira seçim sonrasında 15-20 milyon insan, hayal kırıklığına uğradı. Fakat gerçek demokrasilerde galibiyet de mağlubiyet de aynı vakar ile kabul edilmeli, seçim sonuçlarına saygı gösterilmelidir. İran'daki tartışmaların ve çatışmaların da bu çerçevede bir an evvel halledilmesi, gerek İran gerekse bölge açısından önem taşımaktadır.

Leia Mais…

19 Haziran 2009

Bazıları "Sert" Sever


Rusya Federasyonu Başbakanı Vladimir Putin'e çok yüksek oranlarda destek veren Rus halkından bahsediyorum. Evet, "sert" seviyorlar. Zira Putin'in devlet başkanlığı günlerinden kalma sertliğini ve karizmasını, koltuğu Medvedev'e bırakarak başbakan olduğundan bu yana göremeyen Ruslar, O'nun bu halini unutmaya başlamışken geçen hafta yaşanan bir olay ile hafızaları tazelendi. Ülkedeki binlerce sanayi kentinden biri olan ve St.Petersburg'un 240 km güney doğusunda bulunan Pikalyevo'da halk, fabrikaların kapatıldığından, maaşların ödenmediğinden şikayet etmekteydi. Bu şikayetleri önemseyerek bölgeyi ziyaret etmeye karar veren başbakan Putin, gitmeden evvel ilgili tüm bürokratlara, fabrika yetkililerine ve Rusya'nın en zengin adamı olan Oleg Deripaska'ya haber yollayarak, kendisiyle orada buluşmaları talimatını gönderdi. Ziyaret gerçekleşti, Putin RusAL'in alüminyum, çimento ve kereste fabrikalarını tek tek denetledi ve bu işletmelerin birer "çöplük" olduğuna kanaat getirdi. Arkasından işadamlarına ve RusAL'in sahibi Deripaska'ya fabrikaların yeniden faaliyete geçirileceğine aksi takdirde millileştirileceğine dair bir anlaşma imzalattı. Çok sinirli olduğu her halinden ve hareketinden belli olan Putin, 1999 yılında devlet başkanı olmadan önce oligarklarla benzer bir anlaşma yapmıştı. SSCB'nin dağılması ile birlikte ortaya çıkan ve devlete ait bütün teşekkülleri yok pahasına satın alıp zengin olan bu kesim, Putin'in iktidara gelişi ile devleti zarara uğratmayacaklarına dair taahhütte bulunmuşlardı. Fakat ekonomik krizin de etkisiyle bu sözlerini tutamayacaklarını anlayan Deripaska gibi bazıları, Putin'in sertleşebileceğini düşünmeden fabrikaları kapatabileceklerini hayal ettiler. Yanıldıkları ortaya çıktı ve Putin, Rus halkının gözünde yitirmeye başladığı itibarını yeninden kazandı. Hala ilk günkü gibi sert, tavizsiz, milliyetçi ve halkçı olduğunu kanıtlarcasına oligarkları yola getirdi. Daha önce Mikhail Khodorkhovsky ve Boris Berezovsky'e açıkça savaş ilan eden Putin, Pikalyevo'daki son hamlesiyle oligarklara karşı savaşa devam edeceğini de kanıtlamış oldu. Bu mücadelenin son halkasını ise, Antalya'da 1.5 milyar dolar yatırım yaparak Mardan Palace adlı bir otel yaptıran ve açılışa dünyaca ünlü Hollywood yıldızlarını davet eden Telman İsmailov oluşturmakta. Türk basınında Azeri işadamı olarak anılan ancak aslen Yahudi olan İsmailov, Moskova'daki Çerkes Pazarı'nın ve birçok restoranın da sahibi. Rus basınında çıkan "Burada kazanıyor, Türkiye'de harcıyor" haberlerinden sonra, Putin'in talimatıyla Çerkes Pazarı'ndaki yaklaşık 2 milyar dolar değerindeki mallara el konuldu. Sonuçta başbakan Putin, demir yumruğunun eskisi gibi sağlam olduğunu herkese hatırlattı.

Dünya gündeminin Obama ile yatıp Obama ile kalktığı şu günlerde, Vladimir Putin, böylece dünyanın en kayda değer liderlerinden biri olduğunu tekrar kanıtlayarak gündeme oturmayı başardı ve krizi bahane edip yatırımları askıya alması muhtemel diğer oligarklara da gözdağı vermiş oldu. Krizin etkileri tamamen yok olmadıkça Putin'den benzer hamleler beklemek ise Rusların tek ümidi...

Putin'in Oligarkları Hizaya Çekişi (NTV)

Leia Mais…

17 Haziran 2009

Davutoğlu Yorulmuyor


Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nu tanıtmaya çalıştığım 11 Nisan tarihli portre köşesinde, kendisinin fikirlerine ve görüşlerine yer vermiş, başarılı çalışmalarından ve siyasi/bürokratik geleceğinin çok parlak olduğundan bahsetmiştim. Yazının yayınlanmasından yaklaşık bir ay sonra, yeni kabinede Dışişleri Bakanlığı görevine layık görüldü. Önceleri bazı kesimlerden tepki çekmesine rağmen bugüne kadar bu görevi çok başarılı bir şekilde ifa etti. Büyük ilgi gören portre yazımdan sonra, bu yazıda da, henüz çok kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen Davutoğlu'nun gerçekleştirmeye vakıf olduğu yurtdışı ziyaretlerine göz atmak istedim.

Tetkik etmemiş olmama rağmen, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en yoğun çalışan Dışişleri Bakanları'ndan biri olduğu aşikardır. Zira görevi devralır almaz, geleneksel olduğu üzere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) ziyaret etmiştir. (6 Mayıs) Hemen ertesinde cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'da düzenlenen Enerji Zirvesi'ne katıldı. (8 Mayıs) Ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) Ortadoğu konulu toplantısına katılmak üzere New York'a gitti. (9 Mayıs) İki gün ABD'de kaldıktan sonra yurda dönen Davutoğlu, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini görüşmek üzere başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Azerbaycan'a düzenlediği resmi ziyarete de iştirak etti. (13 Mayıs) Buradan Temmuz ayında AB Dönem Başkanlığı'nı devralacak olan İsveç'e geçerek, Stockholm'de temaslarda bulundu. (14 Mayıs) Oradan cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Suriye'ye gerçekleştirdiği ziyarete katıldı. (15-17 Mayıs)

Daha sonra Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki en üst düzeydeki karar organı olan Ortaklık Konseyi'nin toplantısına katılmak üzere devlet bakanı ve başmüzakereci Egemen Bağış ile birlikte Belçika'nın başkenti Brüksel'e geçti. (19 Mayıs) Bu tarihten sonra temaslarına bir müddet Türkiye'de devam eden Davutoğlu, KKTC Dışişleri Bakanı Hüseyin Özgürgün'ün ülkemize düzenlediği resmi ziyaret kapsamında, kendisini kabul etti. (20-22 Mayıs) Hemen ertesinde ise, İslam Konferansı Örgütü'nün (İKÖ) 36. Dışişleri Bakanları Toplantısı'na katılmak üzere tekrar Suriye'nin başkenti Şam'a gitti. (23-25 Mayıs) Burada bölgesel ve uluslararası meselelere dair ikili görüşmelerde bulunduktan sonra, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Elmar Memmedyarov'un davetine icabeten Bakü'ye geçti. (25-26 Mayıs) Davutoğlu'nun, KKTC'den sonra yaptığı ilk resmi ziyaret olan Azerbaycan ziyaretinde, (diğerleri çalışma ziyaretleri idi) ikili ilişkiler ve Kafkasya'da yaşanan son gelişmeler ele alındı. Yurda dönüşünden hemen sonra ise İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband'ı kabul etti. (26-27 Mayıs) Türkiye-AB ilişkileri, Türkiye-İngiltere ilişkileri ve Kıbrıs gibi konularının ele alındığı görüşmelerden sonra Davutoğlu, bir kez daha ABD yoluna düştü. (31 Mayıs-5 Haziran) 5 günlük çalışma ziyaretinde gittiği New York ve Washington'da, Türkiye'nin BMGK Dönem Başkanlığı, Türkiye-ABD ilişkileri, bölgesel ve küresel sorunlar üzerine temaslarda bulundu. Bunun yanı sıra Amerikan Türk Konseyi'nin düzenlediği konferansa da katıldı. Ülkeye döndükten sonra Ağustos ayında görev süresi dolacak olan NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer'in, üye ülkelere gerçekleştirdiği veda ziyaretlerinin Türkiye ayağında kendisiyle görüştü. Daha sonra Pakistan ve Afganistan ziyaretleri için yeniden ülkeyi terketti. (9-10 Haziran Pakistan, 11-13 Haziran Afganistan) Görüşmelerin temelini, ikili ve üçlü ilişkiler, terörizm, AfPak'da istikrar gibi konular oluşturmaktaydı.

Görüldüğü üzere bakan bir gün durup dinlenmeden, ardı ardına yurtdışı ziyaretleri gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretlerde ele alınmadık mesele, değinilmedik sorun bırakmadan, Türkiye'nin bölgesel ve küresel vizyonunun gelişmine katkıda bulunmuştur. Türkiye o kadar aktif ve çok yönlü bir politika izlemektedir ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu o kadar yoğun bir tempoyla çalışmaktadır ki, 9 yaşındaki kızı Hacer babasını yeterince göremediğinden şikayet ederek, başbakana mektup yazmış ve "Tayyip amca lütfen babamı işten at" diyerek serzenişte bulunmuştur. Üstelik bakan tüm bu ziyaretleri yaparken, özel uçakla seyahat etmediği zamanlarda, kredi kartında biriken uçuş puanlarını (flight miles) kullanarak devlet bütçesinden yararlanmamayı tercih etmektedir. Kim ne derse desin, Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Türkiye için büyük bir şans ve dış politika açısından önemli bir figürdür.

Leia Mais…

15 Haziran 2009

Gözlerden Kaçan Seçimler (5)


Seçim yazılarımızın beşincisinde Lübnan'daki parlamento seçimlerine ve daha önce de ele aldığımız Avrupa Parlamentosu seçimlerine değineceğiz.

4-7 Haziran tarhileri arasında, 27 ülkede gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde, Avrupa Birliği tarihinin en düşük katılım oranına ulaşıldı. (%43) Ekonomik krizin de etkisiyle seçmenler, AP'de çoğunluğa sahip olan sosyalist ve sol görüşlü partiler yerine, daha muhafazakar ve milliyetçi (sağ) partileri destekledi. İtalya'da başbakan Berlusconi'nin partisi PdL 26 milletvekili, Almanya'da başbakan Angela Merkel'in partisi CDU (CSU ile birlikte) 42 milletvekili, Fransa'da başkan Sarkozy'nin partisi UMP 29 milletvekili, aşırı sağcı Jean-Marie Le Pen'in partisi FN 3 milletvekili, İspanya'da muhafazakar PP 23 milletvekili, Hollanda'da başbakan Jan Peter Balkenende'nin partisi CDA 5 milletvekili ve muhafazakar PVV 4 milletvekili çıkararak seçimleri kazandı. Sosyalistler ise, genelde Avrupa'da özelde de Fransa'da büyük bir hezimete uğradı. Sosyalistler'in birinci parti olduğu tek ülke ise, George Papandreu'nun partisi PASOK'un, başabaş geçen seçim sonrasında kazandığı 8 milletvekilliği ile Yunanistan oldu. İrlanda'da, terör örgütü IRA'nın siyasi kanadı olan Sinn Féin 1 sandalye, İspanyol ayrılıkçı kesimleri Bask ve Katalan partilerin katıldığı koalisyonlar ise toplamda 5 sandalye kazanabildi. Skandallar ile boğuşan İngiltere'de ise başbakan Gordon Brown'ın İşçi Partisi büyük bir yenilgi alarak üçüncü olurken, muhafazakarlar 25 milletvekilliği ile birinci oldu. UKIP, İngiltere Bağımsız Partisi ise AP'de 13 sandalye ile temsil edilecek. "Avrupa'da aşırı sağın yükselişi" şeklinde yorumlanabilecek olan AP Seçimleri, yeni dönemde AB içindeki uyuşmazlıkları artırma potansiyeline sahiptir. Zira sorunları çözmede yetersiz kalarak başarısız olduğu düşünülen sol kesim ile düşük katılımlı seçimleri kazanarak büyük bir çıkış yapan sağ kesim arasındaki uçurum genişlerse, zıtlıkların ve problemlerin hallolması zorlaşacaktır.

Lübnan'da 7 Haziran Pazar günü yapılan parlamento seçimlerinde ise; daha çok liberal, sosyalist, sol görüşlü ve bağımsız adayların oluşturduğu bir ittifak olan, iktidardaki 14 Mart Hareketi, 128 sandalyeli mecliste 68 milletvekili çıkararak seçimleri kazandı. 2005 seçimlerine oranla (%45) katılımın yüksek olduğu (%53) seçimlerde 14 Mart Hareketi koalisyonunu oluşturan en büyük parti olan Gelecek Hareketi, 2005 yılında suikaste kurban giden Refik Hariri'nin oğlu Saadeddin Refik Hariri (Saad Hariri) tarafından yönetilmekte ve Hariri'nin, başbakan Fuad Sinyora ile çok yakın olduğu bilinmektedir. ABD başkan yardımcısı Joe Biden'ın "muhalefet kazanırsa yardım etmeyiz" tehdidi seçimleri etkilemiş ve Hizbullah yine kaybetmiştir. Her ne kadar Lübnan Hizbullahı muhalefette kalmış olsa da, 14 Mart Hareketi'nin kuracağı yeni kabine, etnik ve dini açıdan aşırı çeşitlilik arz eden ülkeyi birleştirici unsurlar taşımazsa Hizbullah'ın yeniden etkinlik kazanacağı öngörülebilir. Zira parlamentoya girecek olan 128 milletvekilinden 34'ü Maronit (Lübnan'da yaşayan Hristiyanlar), 27'si Şii, 27'si Sünni, 14'ü Yunan Ortodoks (Doğu Kilisesi), 8'i Dürzî, 8'i Katolik (Doğu Kilisesi), 5'i Ermeni Ortodoks (Apostolik Kilisesi), 2'si Alevi (Nusayri), 1'i Protestan ve kalan 2'si diğer Hristiyanlar'dır. Tüm bu çeşitlilik içerisinde ülkede yaşayan bütün kesimleri memnun etmek tahmin edileceği gibi çok zordur. Üstelik bunu yaparken bir yandan ABD, diğer yandan Hizbullah ve bölge ülkeleri gibi unsurları da hesaba katmak gerekmektedir. Lübnan uzun yıllar boyunca karışıklıklarla mücadele etmiştir ve bu mücadelelerin sonunda ülke, istikrara kavuşmaya başlamıştır. Lübnan'daki parlamento seçimlerini bu çerçevede değerlendirdiğimizde, istikrara katkıda bulunması muhtemel yegane olgulardan biri olduğunu görmekteyiz.

Leia Mais…

12 Haziran 2009

İngiltere'de Neler Oluyor?


İngiltere son günlerde büyük skandallar ve çalkantılarla boğuşuyor. İçişleri Bakanı Jacqui Smith'in eşinin, evinde öde-seyret kanalından izlediği filmin ücretini devlete fatura etmesinden sonra İşçi Partili bazı milletvekillerinin de yaptıkları özel harcamaların faturalarını hazineye kestirdiği ortaya çıktı. Ekonomik krizin etkisi her geçen gün daha derinden hissedilirken, vergi ödeyen İngiliz vatandaşlar, Lordlar Kamarası'nda da benzer yolsuzluklar patlak verince çileden çıktı. Olaylara adı karışan tüm görevliler birer birer istifa etse de hedefte başbakan Gordon Brown var. Son yapılan anketlere göre, İşçi Partisi uzun yıllar sonra üçüncü parti konumuna geriledi ve oy oranlarında inanılmaz bir düşüş yaşandı.

İngiltere'deki bu kötü gidiş, 2010 yılında yapılması beklenen genel seçimlerde İşçi Partisi aleyhine bir tablo ortaya çıkarabilir. Zira İşçi Partisi eski lideri ve İngiltere başbakanı Tony Blair'in mirasını doğru kullanamayan Gordon Brown, ekonomik krizi de doğru yönetememiştir. Brown dönemi ile Blair dönemi arasındaki bu uçurum, Muhafazakar Parti'nin de oy kazanmasına sebep olacaktır. Yanlış iktisadi politikalar, yolsuzluklar ve suçlamalarla geçen yıllara, bir de Avrupa'da artan milliyetçilik ve sağ görüşlerin yükselişi eklenince, İşçi Partisi'nin önümüzdeki seçimleri kazanması neredeyse imkansızdır. İngiltere'de yaşanan gelişmeler, şüphesiz Avrupa'yı ve Avrupa Birliği'ni, dolayısıyla da Türkiye'yi ilgilendirmektedir. Muhafazakarların, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği konusunda İşçi Partisi gibi hareket edeceği beklenmemelidir. Zira Avrupa'nın diğer köşelerinde karşılaştığımız üzere muhafazakar partiler, genelde Türkiye ve AB kelimelerini aynı cümle içinde kullanmaktan itina ile kaçınmaktadırlar. Durum böyleyken İngiltere'de yaşananlara kayıtsız kalmamalı, gelişmeleri yakından izlemeliyiz.

Leia Mais…

10 Haziran 2009

Gözlerden Kaçan Seçimler (4)


Dünyada yaşanan seçim süreçlerini incelediğimiz serimizin dördüncü yazısında 6 Mayıs'ta gerçekleştirilen Güney Afrika başkanlık seçimlerini ve 23 Mayıs'ta yapılan Almanya başkanlık seçimlerini ele alacağız.

Güney Afrika'da devlet başkanı, meclisteki partilerin parlamenterleri tarafından seçilmekte. Hakkında onlarca (yolsuzluk, usulsüzlük, tecavüz, soykırım vs) iddia bulunan Jacob Zuma, bir önceki başkan ve ANC başkanı Thabo Mbeki'den parti yönetimini devralmasından sonra başına geçtiği Afrika Ulusal Kongresi (ANC) tarafından devlet başkanlığına aday gösterildi. Parlamentoda ANC'nin 264 milletvekili bulunmasına rağmen Zuma, 277 oy alarak başkan seçildi. Küçük çaplı bir kaosun hüküm sürdüğü Güney Afrika Cumhuriyeti'nde çoğunluğu oluşturan (%80) siyahlar ile azınlıkta kalan (%9) beyazlar arasındaki iktidar mücadelesinde, sosyalist demokrasi ve demokratik sosyalizm taraftarı ANC ve Jacob Zuma'nın iktidara gelmesi, kanaatimce sorunların çözümünde pek de etkili olmayacaktır. Zira her gün medyada yeni bir iddia ile gündeme gelen Zuma'nın başkanlık için uygun kişi olmadığı da konuşulanlar arasındadır. Zira Nelson Mandela liderliğinde (1994-1999) ırk ayrımcılığına (apartheid) karşı savaşan ANC'nin itibarı, yeni lideri tarafından sürekli zedelenmektedir.

Almanya'da ise Bundestag (Alman Parlamentosu) tarafından bir kez daha başkanlığa seçilen Horst Köhler, toplam 1224 oyun 613'ünü alarak en yakın rakibine 110 oy fark attı. CDU (Hristiyan Demokratlar), CDU'nun kardeş partisi olan CSU (Hristiyan Sosyal Birliği) ve FDP'nin (Hür Demokrat Parti) desteğini arkasına alan Köhler, 2004 yılında başladığı göreve 5 yıl daha devam etmeye hak kazandı. Daha önce IMF'de çalışmış bir finans uzmanı ve ekonomist olan Köhler'in görevine devam edecek olması, ekonomik krizle boğuşan Avrupa ve Almanya açısından da bir artıdır. Zira Avrupa'yı ve Dünya'yı krizden çıkarması beklenen ülkelerde, mevcut iktidarların ne tür politikalar izleyecekleri de merak konusudur.

Leia Mais…

8 Haziran 2009

Sri Lanka'da Terörün Sonu


Sri Lanka ve LTTE (Tamil Kaplanları), yaklaşık 1.5 yıldır çalışmakta olduğum bir konu. Ülkemize çok uzak bir coğrafyada yer alıyor olması, konuyla ilgili Türkçe çalışma yapılmamasına neden olmuş, uzun yıllar boyunca bölgede yaşananlar görmezden gelinmiştir. Uluslararası İlişkiler ve Dünya Gündemi Analizleri'nde birkaç defa ele aldığımız Sri Lanka ve LTTE, Türkiye'nin gündemine ancak son bir ayda girebildi. Medyanın yabancı kaynaklardan edindiği bilgileri yayınlamasının dışında, hala konu ile ilgili yapılmış akademik bir çalışma bulunmamakta. Tüm bunların karşısında, okyanusta bir damla veya çölde bir kum tanesi sayılabilecek olan değerlendirmelerim ve görüşlerim bulunmakta : "Sri Lanka ordusunun, etnik kökenlere sahip olan bu terör örgütünü ortadan kaldırma amacıyla başlattığı operasyonların başarıyla sonuçlanma ihtimalinin çok yüksek olduğunu, Tamil Kaplanları'nın 26 yıldır sürdürdüğü savaşın da kısa zamanda biteceğini" belirtmiştim. Nitekim öyle de oldu ve Sri Lanka teröre son verdi. Yüzlerce terörist etkisiz hale getirilirken bu arada binlerce sivilin hayatı da tehlikeye atıldı. Örgüt lideri Vellupilai Prabhakaran'ın cesedi "zafer işareti" olarak basınla paylaşıldı. Böylece Sri Lanka, terörün yalnızca askeri önlemler sayesinde bitirilebileceğini kanıtlamış gibi görünse de, aslında, örgüte verilen her çeşit desteğin kesilmesi etkili olmuştur. Zira ülkedeki Tamillerin, örgüte karşı Sri Lanka hükümetinin yanında yer alıp can güvenliklerini sağlamaktan başka düşünceleri kalmamıştı. Diaspora Tamilleri'nde ise giderek azalan bir destek söz konusu. Tahmin edileceği üzere, destek alamayan bir terör örgütünün varlığını sürdürmesi mümkün değildir...

Bu şartlar altında LTTE'nin kökünü kazıyan Sri Lanka'da, başkan Mahinda Rajapaksa geçtiğimiz günlerde Abdullah Gül'ü arayarak müjdeli haberi verdi. Şüphesiz Sri Lanka'nın kesintisiz ve tavizsiz mücadelesinden alınacak örnekler mevcut. Ancak unutmamak gerekir ki, her bölgenin ve devletin içinde bulunduğu koşullar birbirinden farklıdır ve sorunların çözümünde birçok unsur etkili olmaktadır.

Son olarak 26 yıldır konuya yabancı kalan ülkemizde, bu yıl içerisinde Sri Lanka ve Tamil Kaplanları ile ilgili birçok yoruma rastlayacağımız kesin. Bu değerlendirmelerin "uzmanlar" tarafından dikkatlice ele alınması ve kulaktan dolma bilgilerle hareket edilmemesi dileklerimle...

Leia Mais…

6 Haziran 2009

İran Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'ne Doğru


Bu haftaki portre köşesinin yerine, İran İslam Cumhuriyeti'nde yaklaşan başkanlık seçimleri öncesinde, seçimde yarışacak olan adaylara kısaca göz atacağız. Orta Doğu ve Avrasya jeopolitiğinde büyük öneme sahip İran'da, seçim sonrası gerçekleşmesi muhtemel senaryolara ve öngörülere yer vereceğiz. Adaylığı onaylanan 4 isim, 12 Haziran günü yapılacak seçimde yarışacak ve 4 yıl süreyle İran'ın cumhurbaşkanı olacak.

Mahmud Ahmedinejad : Aslen bir inşaat mühendisi olan ve 2005'ten bu yana cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Ahmedinejad, İsrail'e ve ABD'ye yönelik tutumu ile ün kazanmıştır. İran'ın uluslararası arenadaki itibarını, nükleer programı sayesinde geliştirebileceğini düşünen muhafazakar başkan, bu ve buna benzer konularda Batı'ya meydan okumaktan hiçbir zaman imtina etmemiştir. Mayıs ayı içerisinde yapılan anketlerin büyük kısmında oy oranı %45-%60 arasında seyretmiştir. Çok büyük bir süpriz yaşanmazsa Ahmedinejad'ın 4 yıl daha görevde kalması beklenmektedir.
Mir Hüseyin Musavi : Muhafazakar Ahmedinejad'ın en ciddi rakibi, eski başbakan ve 1980'lerde Humeyni'nin yakın müttefiki olan Musavi, seçimlere reformist aday olarak katılmakta. Uzun süredir siyasette yer almayan ve mimarlık yapan Musavi'nin, özellikle genç seçmen kitlesine hitap ettiği biliniyor. Yenilikçi söylemleri sayesinde %35-%50 civarı oy alması muhtemel olan Musavi, yine de cumhurbaşkanlığı için favori gösterilmemektedir.

Muhsin Rıza : Seçimlerdeki diğer muhafazakar aday olan Rıza, dini lider Ayetullah Ali Hamaney'in danışmanı, Devrim Muhafızları'nın eski komutanı ve Düzenin Yararını Teşhis Konseyi (IRI) sekreteridir. Açıklamalarından edinilen izlenim, her ne kadar Ahmedinejad gibi muhafazakar olsa da, mevcut cumhurbaşkanının bir takım politikalarını ve düşüncelerini faydasız bulduğu ve olaylara (İsrail, soykırım vs) daha "pragmatist" yaklaştığı yönündedir. Seçim öncesi son anketlerde oy oranı %2-%5 arasında değişmektedir.

Mehdi Kerubi : Parlamento sözcüsü, Milli İtimad Partisi genel sekreteri ve bir hatip olan Kerubi de Musavi gibi reformist bir aday. İranlı gençler arasında popülaritesi artan Kerubi, 2005'te Ahmedinejad'ı cumhurbaşkanı yapan seçimlerin ilk turunda yaklaşık 5 milyon oy alarak (%17) ikinci tura katılma şansını son anda kaybetti. Kendisinden yalnızca 700 bin oy (%19) fazla alan Ahmedinejad ise ikinci turda Haşimi Rafsancani'ye büyük fark atarak seçimi kazandı. Kendisini Humeyni'nin takipçisi olarak nitelese de, seçim kampanyasında batı tarzı demokrasilere benzer söylemler kullanması Kerubi'yi yenilikçi sınıfına sokmaktadır. %5-%10 arası oy alması beklenmektedir.

Yukarda kısaca anlatmaya çalıştığımız dört aday arasında şüphesiz seçimi kazanmaya en yakın aday Mahmud Ahmedinejad'tır. Zira 2005 yılındaki seçimlerin ikinci turunda 17 milyon oy (%61) alarak cumhurbaşkanı olan Ahmedinejad, bu süre içerisinde İran halkına verdiği vaatlerin neredeyse tamamını tutmuş, bunu yaparken de dini lider ile arasını bozmamaya çalışmıştır. İran'da, dini liderin, cumhurbaşkanını azletme, yetkilerini kısıtlama gibi hakları olmasına rağmen Hamaney bunu kullanmamış, Ahmedinejad'ın arkasındaki destekten çekinmiştir. Çoğunluğu muhafazakar olsa da İran halkı içerisinde, özellikle de genç nüfus arasında, insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kavramlar yaygındır. Yasakçı zihniyetler karşısında tepki koymaktan çekinmeyen bu kesim de seçimdeki reformcu adayları desteklemektedir. 12 Haziran'daki seçimlerde Ahmedinejad'ın kaybetme olasılığı çok düşük de olsa, Mehdi Kerubi'nin Mir Hüseyin Musavi lehine çekilmesi durumunda, seçimin başa baş geçme ihtimali de bulunmaktadır. Zira muhafazakar kesimin karşısına birleşerek çıkan reformist blokun şansı da artacaktır.

Seçim öncesinde gerçekleşen bazı terör olayları sonrasında iki grup da birbirini suçlamış, muhalefetin örgütlenme çalışmalarına balta vurmak isteyen Ahmedinejad, sosyal paylaşım sitelerine girişi yasaklamış, muhalefet yanlısı gençler de binlerce insanın katıldığı protesto mitingleri düzenlemişlerdir. Türkiye açısından bakıldığında reformist adayların seçimi kazanması halinde Türkiye-İran ilişkilerinde, eskiye oranla daha olumlu adımlar atılabileceği tahmininde bulunabiliriz. Muhammed Hatemi'nin Ahmedinejad karşısında reform yanlısı oyların bölünmemesi için adaylıktan çekilmesi, Kerubi'nin Musavi lehine yarıştan çekilmesiyle taçlandırıldığında İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Seçimleri daha çekişmeli ve daha heyecanlı geçecektir.

Leia Mais…

5 Haziran 2009

Avrupa'yı Bölen Ülke


Başlığın biraz provokatif olduğunun farkındayım. Ancak son günlerde yaşanan gelişmeler, Avrupa'nın ve Avrupalıların kurmuş olduğu Avrupa Birliği'nin, ikiye bölümüş olduğunu kanıtlar nitelikte. AB'yi bölen ülke ise Türkiye ve fikir ayrılıklarına sebep olan konu da Türkiye'nin AB üyeliği. Türkiye'nin çok uzun yıllardır birliğe dahil olmaya çalıştığı ama bu hedefine bir türlü ulaşamadığı herkesin malumu. Birliğe katılmaya aday olan bir ülke ile başlanan müzakerelerin er ya da geç katılım ile son bulduğu bilinmekteyken, Türkiye, müzakerelere başladığı günden bu yana sürecin "açık uçlu" olduğu cevabıyla karşılaşmaktadır. Yalnızca bu durum bile Avrupa'nın aslında Türkiye'yi istemediğini düşünmemiz için yeterli bir sebeptir. Fakat bu önerme, AB'yi yalnızca birkaç devletten oluşan bir birlik olarak görenler için doğrudur. Zira bu yazımızda da konu alacağımız üzere, AB içerisinde Türkiye'nin üyeliğini destekleyen ülkelerin oranı, karşı çıkanların neredeyse iki katına ulaşmıştır.

AB'yi oluşturan iki büyük birader Fransa ve Almanya'nın, Türkiye'nin üyeliğine ezelden beri karşı çıktığı bilinmektedir. Sarkozy ve Merkel'in sıklıkla dile getirdiği imtiyazlı ortaklık da bu yaklaşımın sonucudur. Fransa ve Almanya, Türkiye'ye alenen "sizi AB'de görmek istemiyoruz" demektedir. Artık alışageldiğimiz bu tepki bizde, sanki AB'nin geri kalanı da Türkiye'yi istemiyormuş izlenimi yaratıyor. Fakat kazın ayağı öyle değil. Almanya ve Fransa'dan sonra AB'nin en güçlü ülkelerine sırasıyla göz atalım. İngiltere, özellikle son yıllarda AB içerisinde Türkiye'ye duyulan ihtiyacın giderek arttığını savunmaktadır. Dışişleri Bakanı David Miliband'ın sözleri de buna örnek teşkil eder : "İmityazlı ortaklık iyi bir seçenek değil. İmtiyazlı ortaklık, Türkiye’ye de, Avrupa Birliği’ne de ihtiyacımız olan ilişkiyi sağlamayacaktır" Keza, Akdeniz ülkeleri İspanya ve Portekiz'in görüşleri de aynı doğrultuda. Her iki ülke de Türkiye'nin vakit kaybetmeden AB'ye tam üye olması taraftarı. Başbakan Silvio Berlusconi ve İtalya da Türkiye'yi sonuna kadar destekleyen ülkeler arasında. Ayrıca onbinlerce Türk vatandaşının yaşadığı İsveç ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Polonya ile Romanya da Türkiye'nin Avrupa Birliği'nde yer almasını savunmaktadır. Bunların yanı sıra Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'un da Türkiye'yi desteklediklerini veya en azından Fransa-Almanya yanlısı olmadıklarını söylemek mümkün. Estonya, Letonya ve Litvanya'nın da çeşitli vesilelerle verdiği demeçler, Türkiye yanlısı görüşlerini kanıtlamaktadır. Finlandiya, Macaristan ve Slovenya'dan da, Türkiye'nin açıkca AB'de yer almasını istediklerine dair mesajlar muhtelif zamanlarda gerek Türk gerekse dünya basınında yer aldı. Küçük bir ada devleti olan Malta'nın da Türkiye yanlısı olduğunu belirtmekte fayda var.

Gelelim Almanya ve Fransa dışında üyeliğe sıcak bakmayanlara. Tahmin edileceği üzere Yunanistan bu konuda net bir tavır sergilememekte, Güney Kıbrıs ise Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkmaktadır. Bunların dışında Danimarka ve Avusturya da tam üyeliğe sıcak bakmayanlar arasındadır. Slovakya ve Bulgaristan'ın, açıkca belirtmeseler de, Türkiye karşıtı tarafta yer alma ihtimalleri bulunmaktayken, İrlanda ve Çek Cumhuriyeti'ni de bu Almanya-Fransa yanlısı ülkeler arasında saymak mümkündür.

Sonuçta Almanya ve Fransa'yı dengeleyecek politik güce erişen AB'nin eninde sonunda Türkiye'yi birliğe dahil edeceği beklenmektedir. Bu iki devletin görüşlerini değiştirmek zor da olsa, birlik içindeki rol dağılımı daha etkisiz ve nispeten küçük ülkeler lehine değiştiği takdirde, Türkiye'nin işi kolaylaşacaktır. Türkiye, kendi üzerine düşenleri layıkıyla yerine getirdiğinde ise, Hırvatistan, Makedonya, Sırbistan, Arnavutluk ve Bosna Hersek gibi Balkan ülkelerinden önce AB'nin 28. üyesi olması kimseyi şaşırtmayacaktır.

Leia Mais…

3 Haziran 2009

Gözlerden Kaçan Seçimler (3)


Avrupa'da ve Dünya'da yaşanan seçim süreçlerini takip edeceğimizi daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Bu serinin üçüncü yazısında Ekvador'daki başkanlık ve parlamento seçimlerini ve Litvanya başkanlık seçimlerini ele alacağız.

Ekvador'da mevcut devlet başkanı Rafael Correa, Eylül ayındaki referandum sonrasında değiştirilen anayasa ile 26 Nisan'da devlet başkanlığına ikinci kez seçildi ancak yeni anayasaya göre Correa, başkanlığının ilk dönemini icra edecek. Ekvador, halkın parlamentoda yer alacak olan partileri seçtiği, bu partilerin de başkan adayı belirlediği bir seçim sistemine sahip. Yeni anayasa ile iki seçimi aynı anda gerçekleştiren Ekvador'da, Correa'nın lideri olduğu sosyalist Alianza PAIS, yaklaşık 3.5 milyon oy (%51) alarak genel seçimleri kazandı. Böylece Correa'da 2006'da kazandığı seçim sonrasında 2007'de başladığı görevini 8 yıl daha (4+4) sürdürmeye hak kazandı. Kendisini hümanist, sosyalist ve sol görüşlü Hristiyan olarak tanımlayan Rafael Correa ve partisi PAIS, Ekvador'da son 30 yıldan bu yana yapılan seçimlerdeki en farklı sonucu alarak Latin Amerika'da peşpeşe iktidara gelen sosyalist rejimlerin arasına katıldı.

Eski Sovyet coğrafyasından, kuzeydoğu Avrupa'nın küçük bir ülkesi olan Litvanya'da da başkanlık seçimleri 17 Mayıs günü gerçekleştirildi. Mevcut başkan Valdas Adamkus'un yerini almak isteyen adaylara, en az 20 bin imza toplamaları şartı öne sürülüyordu. Litvanya seçim komisyonu, bu şartı yerine getirmeyen birçok adayı eledi ve 14 adayın seçimlere katılmasına izin verdi. Seçime bağımsız aday olarak katılan, bir dönem Avrupa Komisyonu'nda da çalışmış bulunan, Litvanya eski Maliye Bakanı ve eski Dışişleri Bakan Yardımcısı, Dalia Gribauskaite; oyların %70'e yakınını alarak tarihi bir farkla seçimi kazandı. Litvanya'nın ilk kadın başkanı olacak olan Gribauskaite, bir finans uzmanı. Politik görüşleri hakkında önemli bilgilere ulaşamadığımız Litvanya'nın "Demir Lady" lakaplı yeni başkanı, halkçı kişiliğiyle ön plana çıkmakta. Zira halkın eski sistemden bıktığı ve eski yöneticilerin krizi iyi idare edemedikleri yönündeki demeçleri, ekonomik darboğazda olan Litvanya'nın krizden çıkış yolunda önemli bir adım attığına işaret. Demir Lady Dalia'nın yeni dönemde Litvanya'yı krizden kurtarıp kurtaramayacağını ise zaman gösterecek.

Leia Mais…

1 Haziran 2009

Küçük Canavar Kuzey Kore


Soğuk Savaş yıllarının sıcak çatışma sahalarından biri olan Kore'de, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) günümüze kadar ulaşan krizin baş aktörü konumundadır. 1948 yılında bağımsız olan Kuzey Kore, 1950'de Sovyetler Birliği (SSCB) ve Çin'in desteğini alarak Güney'e savaş ilan etti. II. Dünya Savaşı sonrasında esmeye başlayan soğuk rüzgarların, Batı ve Doğu bloklarını ilk kez karşı karşıya getirdiği bu savaş, Kuzey Kore'de 60 yıldır devam eden komünist rejimin de ilk adımlarını teşkil etmekteydi. Soğuk Savaş'ın bitmesi ve komünist rejimlerin birbiri ardına yıkılması Kuzey Kore'yi uluslararası arenada yalnızlığa, bu yalnızlık da ülkeyi nükleer güce sahip olma arzusuna itti. Bu düşünceler, ünlü lider Kim İl Sung'un ölümünden sonra (1994) yerine geçen oğlu Kim Jong İl tarafından hayata geçirildi. Tüm dünyayı karşısına almakta beis görmeyen Kuzey Kore, uranyum zenginleştirme programlarına başladı. NPT olarak bilinen Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'na taraf olan Kuzey Kore, önce ülkedeki yabancı uzmanları sınır dışı etti ve nükleer reaktörlerdeki kameraları kaldırarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu'na (IAEA) meydan okudu. Daha sonra da 2003 yılında NPT'den çekildiğini açıkladı ve nihayet 2006'da ilk nükleer denemesini gerçekleştirdi.

43. ABD Başkanı George W. Bush'un, Irak ve İran ile birlikte "Şer Ekseni" içerisinde saydığı Kuzey Kore, geçtiğimiz günlerde geliştirdiği yeni uzun menzilli füzesi Taepodong II'nin yeni versiyonunu denedi. İlk denemesi 2006'da başarısız olan füzenin 4000-9000 km arası menzile sahip olduğu bilinmekte. Geçtiğimiz hafta ise Kuzey Kore ulusal haber ajansı KCNA'nın bildirdiği bir habere göre ülke, yeraltında başarılı bir nükleer deneme gerçekleştirdi. Haberin duyulması ile birlikte başta Güney Kore ve Japonya olmak üzere birçok ülke telaşa kapıldı. Acil güvenlik toplantıları yapan bu ülkelere Birleşmiş Milletler'i harekete geçirmeyi planlayan ABD ve Rusya da katılınca, Kuzey Kore, bir anda küçük bir canavara dönüşüverdi. Uluslararası toplumun büyük tepkisini çeken Kuzey Kore ve nükleer silah denemeleri de böylece dünya gündeminin ortasına yerleşti.

Afganistan ve Irak'ı işgal eden, gözünü İran ve Kuzey Kore'ye diken ABD, 60 yıl önceki politikalarının tam aksi yönde davranan Rusya ve nükleer başlık taşıyan bir Kuzey Kore füzesinin kapsama alanında yer alan diğer tüm devletler, bu krize ortak bir çözüm bulmak zorundadırlar. Barışçıl amaçlar gütmeyen, saldırgan bir siyaset izleyen Kuzey Kore'yi bu politikasından vazgeçirmek gerekmektedir. Tehlike hayata geçmeden önce her türlü önlem alınmalı, gerekirse Kuzey Kore izole edilmeli, bölgeye ve dünyaya kalıcı zararlar vermeden bu terörist devletin önü kesilmelidir.

Leia Mais…

Dünya Gündemi Analizleri Hakkında

Bu blog, uluslararası politikada yaşanan güncel gelişmeleri takip etmek ve değerlendirmelerde bulunmak amacıyla oluşturulmuştur. İçinde yer alan yazı, yorum ve analizlerin tamamı yazarın şahsi görüşleridir. Yazıların tüm sorumluluğu blog yazarına aittir.

Güncellemeler belli bir programa göre yapılmamaktadır. Bunun yanı sıra her sabah çeşitli şekillerde güncellenmektedir. Yazılar hazırlanırken; ntvmsnbc, bbc türkçe, reuters, guardian, washington post, der spiegel, kommersant vs gibi kaynaklardan yararlanılmaktadır. Haber içerikleri bu kaynaklardan sağlanmakla birlikte, yorumlar ve analizlerin tümü blog yazarına aittir.

Blog içeriğinin, yazardan izin alınmaksızın kullanılması kanunen yasaktır. Kaynak göstererek veya yazarla irtibat kurularak yapılan alıntılara izin verilecektir.