29 Temmuz 2009

Latin Amerika'da Neler Oluyor?


Orta ve Güney Amerika ile ilgili haberler son dönemde sıklıkla gündeme geliyor. Bu haberlerden ilki Honduras'taki darbe ve sonrasında yaşananlarla ilgili. Konuya ilişkin yorumlarımızı içeren bir yazı yayınlamıştık ancak darbe sonrasında durum hala ciddiyetini koruyor. Zira ülkedeki askeri cunta, devrik başkan Manuel Zelaya'ya görevi devretmedi. Üstelik her türlü önlemi alarak Zelaya'yı ülkeye sokmadı. Bazı Latin Amerika ülkeleri Honduras'taki büyükelçiliklerini kapatırken dünyanın dört bir yanından da darbeyi kınayan ve yeni yönetimi tanımayan mesajlar geldi. Cuntanın bu politikası devam ettiği takdirde ülkedeki gerilimin artacağı, halkın protesto gösterilerinde işin boyutunun değişmeye başlayacağı söylenebilir. Zelaya yanlılarının demokratik çözüm istekleri reddedildiği takdirde ülkede kan dökülmesini önlemek çok zorlaşacaktır. Her ne şekilde olursa olsun Honduras'ta bir an evvel barışçıl ve demokratik bir çözüm bulunmalı ve bu ülkedeki krize son verilmelidir.

Latin Amerika'daki ikinci gelişmeyi ise Venezuela-Kolombiya gerginliği olarak göstermek mümkün. Yaklaşık 30 yıl önce uyuşturucu baronu Escobar'ın yakalanması ve faaliyetlerinin durdurulması konusunda ABD ile anlaşan Kolombiya hükümeti, o tarihten beri ülkedeki Amerikan varlığı nedeniyle sorunlar yaşamaktadır. Gerek ülke içinde gerekse komşu ülkelerle olan ilişkilerinde problemler doğmasına sebep olan bu durum, Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez'i de oldukça rahatsız etmektedir. Geçtiğimiz aylarda Kolombiya hükümetinin FARC teröristlerine karşı savaşını Venezuela sınırları içerisinde de sürdürmeye çalışması iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiş, Venezuela, Bogota büyükelçisini geri çağırmıştı. Nisan ayında yeniden diplomatik ilişkiler tesis edildi. Ancak sorun tam olarak çözülemedi. Zira benzer sebeplerle topraklarında Amerikan üssü bulunan Ekvador'da, Chavez çizgisindeki bir politikacı olan başkan Rafael Correa, bu üssün ABD tarafından kullanımına son vermişti. Kolombiya'daki durumun daha komplike ve ciddi olmasına rağmen, Chavez'in Kolombiya'dan da benzer bir hamle beklediği bilinmektedir. Devlet Başkanı Alvaro Uribe de aslında ABD güçlerinin ülkesinde bulunmasından rahatsızlık duymaktadır. Ancak onlar olmadan bu savaşa devam etmesi imkansızlaşacağından, önceliği Kolombiya'nın askeri kapasitesinin arttırılması olarak belirlemiştir. Neredeyse yarım asırdır süren yasadışı uyuşturucu ticaretine son vermek ise, kısa vadede mümkün gözükmemektedir.

Leia Mais…

27 Temmuz 2009

Rusya Sıcak Denizlerde


Kısa bir aradan sonra yorumlamaya değer ilk gelişmede de aktör değişmedi : Binyıllık hayalini gerçekleştiren Rusya. Suriye'nin Tartus limanında bulunan ve SSCB'nin dağılmasından bu yana kullanılmayan deniz üssünün restorasyonu konusunda Rusya ve Suriye anlaştı. Bu deniz üssü sayesinde Rusya, Akdeniz'e ulaşarak sıcak denizlere inme politikasını da hayata geçirmektedir. Ancak bu sefer durum biraz farklı. Zira Rusya'nın Akdeniz'deki varlığı doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye'yi tehdit etmemektedir. Suriye, bu limanın yeniden açılması karşılığında Ruslardan alacağı S-300'ler (karadan havaya balistik/anti balistik füzeler) yüzünden böyle bir anlaşmaya evet demiştir. Çünkü kendi hava savunma sistemini çağ atlatacak olan bu füzeler sayesinde Suriye, İsrail'e gözdağı vermek ve bu ülkeyi kendisine karşı gerçekleştirmesi muhtemel saldırgan eylemlerden caydırmak istemektedir. Dolayısıyla Rusya-Suriye anlaşmasından asıl çekinmesi gereken devlet İsrail'dir. Lübnan'a ve Golan Tepeleri'ne oldukça yakın olan bu liman sayesinde İsrail, bir sonraki hamlesinden önce iki kez düşünmek zorunda kalacaktır.

Her ne kadar Doğu Akdeniz'deki Rus varlığını Rusya'dan başka destekleyen bir ülke olmasa da, Ruslar'dan bu konuda yeni hamleler beklenebilir. Libya ve Yemen ile temaslarda bulunulması da bunun bir göstergesidir. Tartus limanı, tadil edildikten sonra, Soğuk Savaş'tan bu yana Rusya'nın, eski Sovyet coğrafyası dışında açtığı ilk askeri üs olacaktır. Ancak bu limanın önemi uluslararası basının atfettiği veya İsrail'in korktuğu kadar yüksek değildir. Rusya'nın Karadeniz donanmasından yalnızca "Büyük Petro" ve "Amiral Kuznetsov" adlı iki geminin bu limanda bulunacak olması İsrail'in, ABD'nin ve NATO'nun deniz gücü dikkate alındığında sembolik bir anlam taşımaktan öteye gitmeyecektir. Fakat Rusya, diğer bütün meselelerde olduğu gibi, Orta Doğu'dan da dışlanmak istememekte, bölgeye ne şekilde olursa olsun girmeye çalışmaktadır. Eski ihtişamlı günlerin özleminde olan Rusya, yeniden bu konumu elde edebilmek için çok mühim iki aracı kullanmaktadır. Bunlardan ilki enerji, ikincisi ise silah ticaretidir. Üstün teknoloji ürünü silahları sayesinde sıcak çatışma riski bulunan ülkelerle ilişkilerini sağlamlaştırmaktadır. Suriye ile yaptığı bu anlaşmayı da aynı çerçevede değerlendirmek mümkündür. Zira Suriye, S-300 füzelerinin yanısıra yine son teknolojiye sahip SS-26 İskender-E tipi füzeler ile gelişmiş anti-tank sistemleri alma taahhüdünde bulunmuştur. Sonuç olarak Rusya, yukarda bahsedilen araçları kullanmak suretiyle siyasi kazançlar elde etmektedir ve bu politikasından yakın gelecekte vazgeçmesi beklenmemektedir.

NOT-1 : Rusya'nın Tartus limanında kullanacağı askeri üs, Karadeniz ve Akdeniz Komutanlığı olarak faaliyet gösterecektir. Dolayısıyla Karadeniz'in ve Türk Boğazları'nın statüsü yeniden gündeme gelecektir.

NOT-2 : Rusya; enerjiyi Gazprom, silah ticaretini de Rosoboronexport adlı devlet şirketleri aracılığıyla politik güç olarak kullanmaktadır.

Leia Mais…

17 Temmuz 2009

Uçak ve Helikopter Kazaları


2009 yılının ilk 6 ayı içinde yaşanan ve ölümle sonuçlanan uçak-helikopter kazalarında, önceki yılların aynı dönemlerine göre büyük bir artış yaşandı. Dünya Gündemi'nde de sıkça yer alan bu kazalar, her seferinde akıllara terörist saldırı olasılığını getiriyor olsa da şimdiye dek yaşananlarda herhangi bir terör bağlantısına rastlanmadı. En önemlilerine kısaca göz atacak olursak, 1 Haziran'da Rio de Janeiro'dan Paris'e giden Air France uçağının okyanusa çakılması ile başlayabiliriz. Ölen yolculardan birçoğunun cesedine dahi ulaşılamayan kazayı herhangi bir terör örgütü üstlenmedi. Bilindiği üzere global ölçekte faaliyet gösteren terör örgütlerinin önemli özelliklerinden biri, kendisi yapmış olmasa da, dünya çapında ses getiren ve ölümle sonuçlanan olayları üstlenerek reklam yapmaktır. Ancak bu durum son dönemlerde karşımıza çıkmamaktadır. San'a'dan kalkan bir Yemenia uçağının Comorros'a giderken düşmesi de yine akıllara benzer şüpheleri getirdi fakat bu kazanın altından da bir terör örgütü çıkmadı. 25 Şubat'ta Hollanda'da düşen Türk Hava Yolları uçağı ve kazanın muhtemel sebepleri de yine uzun süre gündemde yer aldı. Peşaver'e gitmek üzere kalkan askeri bir helikopterin 3 Temmuz'da Pakistan'da düşmesi ile ölen 26 kişi de Taliban tarafından gerçekleştirildiği düşünülen bir saldırı sonucu değil teknik bir arıza nedeniyle hayatlarını kaybetti. Son olarak Tahran-Erivan seferini yapan, Hazar Havayolları'na ait bir uçağın düşmesi sonucu 168 kişi hayatını kaybetti. Bütün bu havacılık kazaları, her seferinde yeni bir 9/11 ile karşı karşıya olup olmadığımız sorusunu akıllara getiriyor. İşte global terörizmin ulaştığı en büyük başarı da buradadır. Zira terörün asıl amacı en küçük olayda bile insanlara korku salmak, insanları sürekli tetikte bekletmek suretiyle hayatlarının her an son bulabileceği korkusuyla yüzleştirmektir. Vurgulamak istediğim; uçak kazalarında yaşanan kayıpların terörist saldırılarda yaşananlardan değersiz olduğu değil, tam aksine, günlük hayatta ne zaman yaşanacağını bilmediğimiz olayları terörist saldırı olarak değerlendirdiğimizde terör örgütlerinin ekmeğine yağ sürdüğümüzdür.

Leia Mais…

15 Temmuz 2009

Nabucco'ya "Gaz Verenler"


Uluslararası İlişkiler ve Dünya Gündemi Analizleri'ni kurduğum günden beri ilk kez bir konu hakkında arka arkaya iki ayrı yazı yayınlamış olacağım fakat Nabucco, bundan daha fazlasını hak eden bir proje. Önceki yazıda genel bilgiler ve yorumlara yer vermiş, derine inememiştik. Bu yazıda ise Nabucco Projesi'nde dikkati çekmeyen, üzerinde durulmayan ve basında fazlaca yer bulamayan gelişmelere değineceğiz.

Bilindiği üzere Nabucco, Avrupa'nın enerjide Rusya'ya olan bağlılığını azaltmayı (ortadan kaldırmayı değil) ve Avrupa Birliği'nin, doğusundaki ülkelerle olan ilişkilerini geliştirmeyi hedeflemektedir. 3300 kilometre boyunca, üzerinden geçtiği ülkeleri birbirine bağlayacak olması bir yana, modern küresel konjonktürdeki en önemli zenginlik olan enerjinin söz konusu ülkeler tarafından paylaşılacak olması da Nabucco'nun yalnızca ekonomik faydadan ibaret olmadığının göstergesidir. Dolayısıyla, Nabucco Projesi'ne siyasi açıdan bakıldığında işlerin karmaşık hale gelmesi engellenememektedir. Bu durumun en önemli sonucu da, boru hatlarını besleyecek olan doğalgazın veya petrolün (biz burada genel anlamda enerji diyeceğiz) hangi yollarla, kimler tarafından, hangi miktarda projeye aktarılacağı sorunudur. Boru hatlarını, canlılardaki damarlara benzetirsek, içinden kan geçmeyen damarların hiçbir işe yaramayacağını söyleyebiliriz. Yani boru hatları hayati sıvı olan enerjiyi bir yerden bir yere taşımakta kullanılan araçlardır. İşte tam da bu noktada olayın siyasileşmesine sebep olan devletlerden Rusya Federasyonu önemli bir çıkış yaptı ve başbakan Vladimir Putin "Bazı devletlerin toprağı kazıp borular döşemesi bizim için sorun teşkil etmez" diyerek içi doldurulamayacak olan bir boru hattı inşa etmenin gereksiz olduğunu belirtti. Bir diğer önemli aktör, ABD ise, projeyi açıktan desteklememekte. Fakat Amerika'nın projeye karşı olduğunu söylemek henüz mümkün değil. Zira projeye gaz vermesi planlanan İran, iç siyasi tartışmalarla boğuşmakta ve Nabucco'daki geleceği tartışılmaktadır. ABD'nin tavrının İran'daki gelişmelere göre şekilleneceğini tahmin etmek zor değil. Buna karşılık projenin ana kaynağı Azerbaycan'ın, ispatlanmış yaklaşık 1.5 trilyon metrüplük doğalgaz rezervinin, Nabucco'nun kapasitesi olan yıllık 31 milyar metreküpü tek başına karşılaması da beklenmemektedir. Ankara'daki imza töreninde hazır bulunan Irak başbakanı Nuri El-Maliki'nin de Nabucco'ya gaz vermeye hevesli olduğu bilinmektedir. Ayrıca bölgede Türkiye'nin öncülüğünde yaşanan bu hızlı jeopolitik gelişmelerden dışlanmak istemeyen Suriye de projeye dahil olmak istemektedir. Enerji ihracının büyük çoğunluğunu Rusya'ya yapan Türkmenistan ise, bu ülkenin doğalgaz alımını azaltması üzerine, artan doğalgazı Nabucco'ya verebileceğini belirtmiştir.

Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç ise, başbakan ile enerji bakanı tarafından dile getirilen ve Rusya'nın da Nabucco'ya dahil olabileceğini öngören planın, Nabucco'yu ana amacından bir hayli saptıracağıdır. Buna rağmen projeyi, Rusya'yı küstürmeden hayata geçirmek esas alınmalıdır. Rusya-Türkiye arasındaki Mavi Akım'ın, Rusya-Bulgaristan-Yunanistan arasındaki Burgaz-Dedeağaç'a engel olmadığı gibi Nabucco'nun da Mavi Akım-2'ye engel olmaması gerekmektedir. İran'daki durumun kritik olması bu ülkeden gelecek doğalgazı da askıda bırakmaktadır. Buna karşılık da Türkmenistan, Irak ve Suriye gibi seçenekleri değerlendirmek, hem boru hatlarının boş kalmasını önleyecek hem de Türkiye'nin bahsi geçen ülkelerle ilişkilerini kuvvetlendirecektir. Nabucco Projesi'ni hiçbir baskıya veya tehdide boyun eğmeden hayata geçirmek, bölgesel ve küresel politikalarda Türkiye'nin elini güçlendirecek, Türkiye'den Avrupa'ya giden otoyolların yanına inşa edilecek olan enerji yolları da Türkiye'nin AB'ye tam üyelik sürecini hızlandıracaktır.

Leia Mais…

13 Temmuz 2009

Nabucco Projesi


Son günlerde popülaritesi giderek artan bir doğalgaz boru hattı projesi olan Nabucco, ismini ünlü Babil Kralı Nebuchadnezzar'dan almaktadır. Rusya'nın enerji piyasasındaki baskın rolünü kırmayı ve Avrupa'nın doğalgaz ihtiyacını alternatif bir yoldan karşılamayı hedefleyen Nabucco, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi açısından atılan önemli bir adımdır. Zira günümüzde özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin, içinde Rusya bulunmayan bir proje sayesinde enerji ihtiyacını karşılaması neredeyse imkansızdır. İşte, Nabucco'nun önemi tam da buradan gelmektedir: Rusya'nın yüksek fiyatlarla sattığı doğalgazı bile her an kesebilecek olma ihtimalini, daha güvenli ve ucuz bir kaynakla ikame etmek. Birçok konuda birbirlerinden farklı politikalar benimseyen 9-10 ülke, bu hat sayesinde ortak bir paydada buluşacaklardır. Bu noktada hattın güzergahı ve taşıyacağı doğalgaz miktarıyla ilgili birkaç bilgi vermemiz gerekmektedir. Hattı dolduracak doğalgazın Azerbaycan ve İran'dan alınacağı kesinleşmiş olmakla birlikte, boru hattında yaşanan bir patlama sonrasında Türkmenistan'dan doğalgaz almayı kesen Rusya sayesinde, Türkmenistan'ın da Nabucco'ya katkıda bulunabileceği belirtilmektedir. İran'dan ve Azerbaycan-Gürcistan üzerinden Türkiye'ye ulaşacak olan boru hattı, Erzurumda birleşecek, hattın en uzun, en önemli ve en hayati kolu olan Türkiye bölümünü oluşturacaktır. Yaklaşık 2000 kilometresi Türkiye içinde olan Nabucco (toplam 3300 km), Erzurum'dan Ankara'ya oradan da Bulgaristan'a varacaktır. Türkiye'nin boru hattından ne kadar doğalgaz çekebileceği henüz belli olmamakla birlikte bu oranın %15 civarında olduğu konuşulanlar arasındadır. Bulgaristan'dan sonra Romanya, Macaristan, Avusturya ve Çek Cumhuriyeti'ne kadar uzatılacak olan Nabucco'nun daha sonraki aşamalarda İtalya, Almanya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerine ulaştırılması da planlanmaktadır.

Projenin en önemli yanının Rusya'yı ve Rus enerji devi Gazprom'u dışarda bırakması olduğunu belirtmiştik. Fakat yaşanan yeni gelişmeler ışığında durumun yakın gelecekte değişme ihtimali bulunduğunun da altını çizmemiz gerekir. Zira projeden dışlandığını hisseden Rusya, alternatif erneji hatlarına yönelmiş ve Türkiye, İran, Azerbaycan ve diğer Doğu Avrupa ülkelerini by-pass ederek Burgaz-Dedeağaç projesini geliştirmiştir. Ayrıca Türkiye'yi kendi safına çekebilmek amacıyla Mavi Akım-2 projesini ortaya atmıştır. Dolayısıyla, enerji arenasında Rusya'sız seçeneklerin giderek azaldığı bir ortamda, yıllık 31 milyar metre küp doğalgaz taşıması hedeflenen Nabucco'ya da Gazprom'un çok geçmeden katılacağı öngörüsünde bulunabiliriz.

Projede yer alan ülke liderlerinin katılımıyla, imzaları 13 Temmuz'da atılacak olan ve yapımına 2010'da başlanması planlanan Nabucco; Avusturya'dan OMV, Türkiye'den BOTAŞ, Macaristan'dan MOL, Bulgaristan'dan Bulgargaz ve Romanya'dan Transgaz'ın %20'şer hissesiyle beş ortaktan oluşan bir teşekküldür. Fakat geçen sene Alman RWE'nin katılımıyla altı ortaklı bir projeye dönüşmüştür. RWE'nin Nabucco'ya sonradan katılması, projede yer almak isteyen Fransız Total ve Gaz de France, Alman Ruhrgas, Polonyalı PGNiG, Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR ve Rus Gazprom gibi şirketlerin elini güçlendirmiş, yeni katılımların önünü açmıştır.

Her ne kadar enerji sektöründeki bir atılım olarak değerlendirilse de, Nabucco'nun siyasi hamlelerden bağımsız olduğunu düşünmek yanlıştır. Bir yandan Rusya, İran'ı güvenilmez olarak nitelemekte, diğer yandan Türkiye, Fransa'nın katılımına karşı çıkmaktadır. Adı geçen tüm ülkelerin katılması ise projenin değerini düşürecek, planlanan hedeflerden uzaklaşılmasına neden olacaktır. Tüm bunlar biraraya geldiğinde, birçok devletin katıldığı bir siyasi poker oyunu ile karşılaşmaktayız: Politik eli en güçlü olan ve kozlarını en iyi oynayanın kazanacağı bir poker oyunu...

Leia Mais…

10 Temmuz 2009

Obama'nın Rusya Ziyareti


ABD Başkanı Barack Obama, Rusya Federasyonu'na (RF) resmi bir gezi düzenliyor. Senatörken yaptığı Rusya ziyaretinden pek de hoş anılarla ayrılmayan Obama (Urallarda tutuklanıp nezarete atılmıştı), başkanlık döneminde arasını iyi tutmaya çalıştığı Medvedev-Putin ikilisiyle görüşmelerde bulundu. Tüm dünyanın gözü bir anda bu ziyarete çevrilirken beklentiler de doğal olarak büyüktü. Ancak Obama'nın özellikle Putin ile yaptığı görüşme bir hayli gergin geçti. Gerginliğin sebebi de Obama'nın basına verdiği, Rus liderin mizacını ve düşünce yapısını eleştiren demeciydi. Medvedev'in liberal görüşleri Obama tarafından takdir görse de, ABD tarafında asıl gücün kimde olduğuna dair (Putin mi? Medvedev mi?) tereddütler mevcut. Yine de bu tereddütler, süresi dolan START'ın (Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması) yerine yeni bir anlaşma yapılmasına engel olmadı. Rusya'nın en büyük çekincesi olan Doğu Avrupa'daki anti-füze sistemlerinin geleceği ise hala büyük bir muamma. Zira ABD, söz konusu sistemlerin Rusya'ya karşı olmadığını her fırsatta yinelemekte fakat bu açıklamalarında inandırıcılığı sağlayamamaktadır.

Obama'nın Rusya ziyaretini, uluslararası ilişkilerde yeni bir eksen kayması olarak değerlendirenler olsa da, bana göre stratejik bir Rus-Amerikan ittifakının önünde iki büyük engel bulunmaktadır. Bunlardan ilki Rus yönetim sisteminin kendine özgü niteliğidir. Gerektiğinde anti-demokratik hatta despotik bir rejime dönüşebilen ancak herşeye rağmen halkın %90'ını sürekli memnun etmeyi başarabilen bir sistem. Şüphesiz bunda Rus tarihinin, kültürünün ve sosyolojik yapının da büyük payı vardır. Fakat belirtilen unsurlar Amerikalılara oldukça yabancı gelmektedir. İran-Çin stratejik ortaklığına karşı oluşacağı söylenen Rus-Amerikan ittifakının önündeki ikinci büyük engel ise, Ruslardaki tarihi şüphecilik olgusudur. Zira Rusya, sürekli olarak Batı'dan kendisine yönelik bir tehdit algılamakta, NATO ve AB genişlemelerini kendisine karşı yapılan hareketler olarak görmektedir. Bu durum yalnızca Rusya'nın da NATO'ya dahil olmasıyla önlenebilir ki bu önermenin gerçekleşmesi neredeyse imkansızdır. Rusya'nın Batı'dan algıladığı tehdidin hiçbir şey ile kıyaslanamayacak olması, statükonun uzunca bir süre daha bugünkü haliyle devam edeceğinin göstergesidir.

Tüm bunların dışında Obama'nın Rusya ziyareti bir takım yeni gelişmelere gebe olabilir. Örneğin Rusya, Ukrayna ve Gürcistan'ı da kapsayan NATO genişlemesinin durdurulması karşılığında, İran'ın nükleer programı konusunda, BM Genel Kurulu'nda ABD'ye destek vermeyi kabul etmiş olabilir. Bir diğer yeni gelişme de, ABD askerleri ve askeri teçhizatının Rusya üzerinden Afganistan'a girmesi hususunda yapılan anlaşmadır. Rusya'nın, hava sahasını durup dururken ABD'ye açması beklenemez. 1962'de yaşanan Küba Krizi'nin sonuçlarından aldığımız bir ders varsa o da Rusya-ABD ikili ilişkilerinde mütekabiliyet ilkesinin mutlak suretle geçerli olduğudur. Rusya ile ilişkileri yeniden başlatmayı temel hedef seçmiş olan Obama'dan, görev süresi boyunca benzer hamleler beklemek mümkündür.

NOT: Resim 4 Temmuz tarihli The Economist'in kapağından alınmıştır.

Leia Mais…

8 Temmuz 2009

Doğu Türkistan'da Neler Oluyor?


Geçtiğimiz günlerde Çin'in batı sınırında yer alan ve Doğu Türkistan olarak bilinen Şincan-Uygur Özerk Bölgesi'ndeki bir oyuncak fabrikasında çalışan Türk işçilerin, ekonomik kriz bahane edilerek işten çıkarılmalarıyla başlayan gerginlik, bölgede yaşayan iki etnik grup (Türkler ve Han Çinlileri) arasında yaşanan çatışmalarla artarak devam ediyor. Başkent Urumçi'de yoğunlaşan protestolarda Uygurlar'a karşı orantısız güç kullanmakla suçlanan Çin hükümetinin bu tavrı diğer icraatlarının yanında hafif kalmaktadır. Zira 3000 yıldır süregelen ve Çin ile özdeşleşen "Asimilasyon Politikası", bölgede yaşayan Müslüman Türkler'e karşı uygulanmaktadır. Temelde, ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan etnik Han Çinlilerini Doğu Türkistan'da iskan etmek suretiyle, bölgedeki Türkleri azınlık konumuna düşürmeyi amaçlayan bu politika, çok uzun yıllardır kimliklerini korumayı başarabilmiş Türklerin tepkisi ile karşılaşmıştır. Olaylarda birçok aktör rol oynamaktadır. Bunlardan ilki ve asıl sorumlu Çin Halk Cumhuriyeti'dir (ÇHC). Çin, daha önce Tibet'te, Burma'da yaptıklarını Doğu Türkistan üzerinde tekrarlamakta, asimilasyon yoluyla soykırıma sebebiyet vermektedir. İkinci ve en önemli aktör olarak Uygur Türkleri'ni göstermek mümkün. Kendi devletlerini kurmaları engellenen, ülkelerinde yaşama imkanları kısıtlanan, çalışma şartları giderek zorlaştırılan yaklaşık 8 milyonluk bu topluluk, kritik bir evreden geçmekte, başka kimliklerle varolma veya tümden yokolma seçenekleri arasında sıkışmış bulunmaktadır.

Doğu Türkistan'da yaşananların diğer aktörleri ise uluslararası nitelik taşımaktadır. Bunlar arasında Amerika'da faaliyet gösteren Dünya Uygur Kongresi ve kuruluşun lideri Rabiya Kadir ile Kadir'in Japonya bağlantıları gösterilebilir. ÇHC'nin olayları kışkırtmakla suçladığı bu teşekküle "sütten çıkmış ak kaşık" demek mümkün olmasa da, gerginlikten sorumlu tutmak yanlıştır. Dünya Uygur Kongresi, El-Kaide ve Taliban gibi terör örgütlerine mensubiyeti bilinen birçok üyeye sahiptir. Özellikle dış mihraklar tarafından kışkırtılan bu gibi kişilerin olaylarda parmağı bulunduğunu, Çin polisini tahrik etmek suretiyle, polisin Uygur halkına saldırmasına yol açtığını söyleyebiliriz. Çin'i etnik problemlerini kullanarak yıpratmayı amaç edinen güç odakları, olaylar sırasında yaşanacak can kayıplarını da önemsememektedirler.

Son olarak en şanssız ve olaylardan en kötü şekilde etkilenen/etkilenecek olan aktör ise Türkiye'dir. Geçen yazılardan birinde bahsettiğimiz üzere, günümüz dünyasında bölgesel süper güçlere baskı uygulamak imkansız hale gelmiştir. Türkiye'nin yaşananlar karşısında tercih edebileceği iki seçenekten biri olan Çin'i caydırmaya çalışmak (rest çekmek, tehdit etmek vb) bahsi geçen ilke doğrultusunda mümkün gözükmemektedir. Hatta ÇHC ile restleşmek ters tepebilir, beklenen sonuçları doğurmayabilir. Hiçbir devletin Çin ile karşı karşıya kalmak istemeyeceği de göz önünde bulundurulduğunda daha makul olan ikinci seçenek gündeme gelmektedir: Doğu Türkistan'da yaşanan olayların bir an evvel durdurulması, daha fazla kan akmaması için ÇHC'nin huyuna gitmek, içişlerine karışılmadığının altını çizerek mutabakat zemini aramak. Diplomaside bazen tavizler vermek veya karşı tarafın sizin taviz verdiğinizi düşünmesi hedefe daha kolay ulaşılmasını sağlayabilmektedir. Bu bağlamda, Şincan-Uygur Özerk Bölgesi'nde yaşananlara kayıtsız kalmamalı, devlet bazında yapılabilecek tüm girişimleri yaparken, toplum bazında da ruhen ve kalben soydaşlarımıza destek olmalıyız.

Leia Mais…

6 Temmuz 2009

ABD - İsrail - İran İlişkileri


İran'da 2005 yılında göreve gelen Mahmud Ahmedinejad, İsrail'e karşı sert ve tavizsiz tutumuyla biliniyordu. Aynı zamanda İsrail'in Batılı müttefiklerini ve ABD'yi de karşısına almaktan çekinmeyen Ahmedinejad, bu tavrı sayesinde gerek İran içinde gerekse Batı karşıtı ülkeler nezdinde (Küba, Venezuella, Beyaz Rusya vs..) popülaritesini arttırdı. Ancak İran'ın bu politikası temelde ABD ile İsrail'i sürekli birlikte hareket eden devletler olarak görmesinden kaynaklanmaktaydı. Soğuk Savaş yıllarında inkar edilemeyecek bir gerçek olan bu bağıntı, 2009 yılına gelindiğinde Obama ile birlikte yavaş yavaş tarihe karışmaya başladı. ABD, dünya üzerinde müdahil olduğu uluslararası çatışmalardan yavaş yavaş çekilmeye, devletlerin iç ve dış politikaları üzerindeki etkisini de kademeli şekilde azaltmaya başlamıştı. ABD'nin, haziran ayında İran'da gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve sonrasında yaşanan olaylara yaklaşımını da bu ölçüde değerlendirmek mümkün. Zira reform yanlılarının günler süren protesto gösterilerinde bulunabilecek bir Amerika bağlantısı, nükleer program yüzünden Batı ile iyice gerginleşen ilişkilerin kopma noktasına gelmesine neden olabilir, İran'ı daha fazla kızdırabilirdi. Bunun bilincindeki ABD, olaylarda parmağı olmadığını vurgulamaktaydı. Söylemek istediğimse, teröre karşı mücadele kapsamında Afganistan, Irak ve Pakistan'da sıcak çatışma halinde olan Amerika'nın, İran'ı da bu halkaya katmasının günümüz konjonktüründe muhtemel gözükmediğidir. Ancak işin bir de İsrail tarafına bakmakta fayda var. İran'ın küçük şeytan olarak nitelediği İsrail'de, Filistin meselesi gündemi yeteri kadar işgal etmektedir. İsrail, her ne kadar İran'ı ulusal güvenliğini tehdit eden yegane unsur olarak görse de, bu devlete karşı silahlı mücadeleye girmeyi göze alması imkansızdır. Dolayısıyla İsrail ve ABD'nin, Bush Doktrini'nde yer alan önleyici saldırıyı İran'a karşı uygulaması olasılığı çok düşüktür. İran'ın içinde bulunduğu şartlar da bu devletten İsrail'e veya Doğu Avrupa'ya yapılacak saldırılara engel olmaktadır.

Obama'nın ekibindeki yetkililerin sürekli açıklamalar yapmasına alışmaya başladık. Bu açıklamalardan birini de başkan yardımcısı Joe Biden, ABC televizyonunda yayınlanan "This Week" adlı programda yaptı ve İsrail'in İran'ı vurmasına engel olmayacaklarını açıkladı. ABD'nin İran'ı vurmayacağı yönündeki tesbitlerimizi destekleyen ancak İsrail'in İran'a saldırmasını teşvik eden bu tarz sesler, özellikle 11 Eylül'den sonra giderek arttı. Öyle ki, Suudi Arabistan'ın İran'ı vurması için İsrail'e hava sahasını kullandıracağı dahi söylendi. Bu tarz görüşlerin, İsrail-İran ilişkilerini germeye çalışan ve İsrail-İran çatışmasından çıkar (Basra Körfezi'ndeki petrol trafiğini kontrol etmek gibi) sağlayacak kesimler tarafından dile getirildiği kanaatindeyim. Gerek ABD ve İsrail'in gerekse İran'ın, Temmuz 2009 itibariyle böylesine bir savaşa girmeyeceklerini, her birinin ayrı ayrı iç ve dış politika öncelikleri olduğunu, altını çizerek belirtmek istiyorum. Bu ahvalde, İran'ın saldırgan tutumunu sorgulayanlar, "madem öyle İran neden İsrail'i haritadan sileceğini söylüyor" diyenler olacaktır. Verilecek cevap ise net : Nükleer Güç, kullanmak için değil, tehdit unsuru olarak bulundurmak yani caydırmak içindir.

Sonuç olarak ne İran'ın İsrail'e veya Doğu Avrupa'ya, ne de ABD'nin veya İsrail'in İran'a veyahut başka herhangi bir devletin bir diğerine karşı nükleer savaş başlatması ihtimali %1 bile değildir. ABD'nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne kurduğu ve İran'dan gelebilecek saldırılara karşı kurulduğu açıklanan füze kalkanlarının aslında hangi amaca hizmet ettiklerini de başka bir yazıda ele alacağız...

Leia Mais…

3 Temmuz 2009

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu


Bilindiği gibi Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK-orjinal kısaltma:IAEA), nükleer enerjinin barışçıl kullanımı, askeri amaçlar için kullanılmasını engelleme gibi görevlerle Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde oluşturulmuş olan bağımsız ve kendi statüsüne sahip olan uluslararası bir kuruluştur. II. Dünya Savaşı sonrasında yayılmaya başlayan atom enerjisinin yeni facialara yol açmaması hedefiyle, BM üyesi ülkelerin büyük bir çoğunluğu bu oluşumun içinde yer almıştır. Son yıllarda ise özellikle İran ve Kuzey Kore'nin uranyum zenginleştirme programları sayesinde dünya gündeminde sıklıkla yer almaktadır. 1997'den bu yana kurumun başında 2005'te Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen Mısırlı Muhammed El Baradey bulunmaktaydı. Ancak Baradey, UAEK başkanlığı boyunca, gelişmelere siyasi yaklaşmakla ve sorunların çözümünde etkin rol alamamakla suçlanıyordu. Zira görevi süresince nükleer enerjinin askeri amaçlarla kullanılmaması ilkesini alenen çiğneyen Kuzey Kore bu tavrını halen sürdürmekteyken, İran'ın nükleer programı, başta İsrail olmak üzere birçok devlete endişe vermektedir. Görev süresi 30 Kasım 2009'da sona erecek olan Baradey'in, bahsi geçen konularda yeterli başarıyı gösteremediği aşikârdır. Burada değinmemiz gereken bir diğer mesele de, UAEK'nin, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılması hususunda ne derece etkili bir kuruluş olduğudur. Zira taahhütlerini yerine getirmeyen ülkelere karşı caydırıcı yaptırımlarının olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak BM'yi bir "belediyeye", Kuzey Kore, İran gibi ülkeleri "mahallelere" ve atom enerjisini askeri amaçlarla kullanmayı da "yangına" benzetecek olursak, UAEK bir "itfaiye" teşkilatının yerini almaktadır. Dolayısıyla bir mahallede yangın çıktığında itfaiye teşkilatının tek başına bu yangını söndürmesi muhtemel değildir. Yangını söndürmede el birliğiyle hareket edilmesi ve mutabakata varılması gerekmektedir. Durum böyleyken, başarısızlığın tek başına UAEK'ya ait olması beklenemez.

Her şeye rağmen 12 yıl boyunca uluslararası önemde bir teşkilata başkanlık yapmış olan Baradey, Aralık ayında görevini Japon temsilci Yukiya Amano'ya bırakacak. Yeniden aday olmayacağını daha önce açıklamış bulunan Baradey'den sonra Amano, UAEK tarihindeki 5. başkan olacak. Washington, Brüksel gibi merkezlerde diplomatlık yapmış olması ve silahsızlanma, nükleer silahlar gibi konularda uzman bir hukukçu olması, UAEK üyesi batılı devletler tarafından destek görmesini sağlamıştır. UAEK yönetim kurulunda yapılan oylamada Güney Afrika temsilcisi Abdül Samed Minti'yi geçerek seçilen Amano, genel kurulda 148 üyenin onayını aldığı takdirde göreve başlayacak. Amano ile birlikte özellikle Kuzey Kore'nin nükleer programı konusunda olumlu adımlar atılabileceği kanaatini taşımakla beraber, İran'daki durumun soğuyarak risk önceliği olmaktan çıkacağını düşünmekteyim. Zira cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yaşananlar nedeniyle batı ile ilişkileri gerilen İran'ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına hız vererek ipleri koparması beklenmemelidir. Bunların yanı sıra yeni başkan Amano'yu bekleyen bir diğer önemli mesele de nükleer silahların teröristlerin eline geçme olasılığının sıkı önlemler alınmak suretiyle ortadan kaldırılmasıdır. Bu konuda akla gelen ilk ülke ise Pakistan'dır.

Amano'nun çalışmalarının Baradey'den daha çok verim sağlaması hem dünya barışı hem de BM sisteminin devamı açısından son derece önemlidir.

Leia Mais…

1 Temmuz 2009

Bölgesel Süper Güç


ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Avrasya'dan sorumlu müsteşar yardımcısı Matthew Bryza, Kıbrıs sorunu ile ilgili temaslarda bulunmak üzere ziyaret ettiği Güney Kıbrıs'ta, uluslararası ilişkiler literatüründe duymaya alışık olmadığımız bir terim kullandı. Bryza aracılığıyla Amerika'nın Türkiye'ye baskı yapmasını isteyen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), "70'ler, 80'ler veya 90'larda olsak bu dileğinizi yerine getirebilirdik fakat Türkiye artık bölgesel bir süper güç oldu. Dolayısıyla baskı yapmamız söz konusu olamaz" cevabıyla karşılaştı. Böylece, Soğuk Savaş yıllarındaki süper güç (ABD-SSCB) ve günümüzdeki bölgesel güç (Brezilya-Çin-Rusya-Türkiye vs) kavramlarına bir yenisi daha eklendi : bölgesel süper güç. Aslında Bryza haklı ve bir o kadar da doğru bir tesbitte bulundu. Zira ne Türkiye 40 yıl önceki durumunda ne de Amerika. Hal böyleyken Amerika'dan Türkiye'ye siyasi ve dış politikaya yönelik baskılar beklemek gerçekçi yaklaşımlar değildir. Modern dünyadaki bölgesel güç sayısının her geçen gün artması, çok kutupluluktan aşırı kutupluluğa doğru bir geçişin işaretleridir. Aynı bölgede yer alan bölgesel güçler arasında en güçlüsü de artık bölgesel süper güç olarak nitelenmelidir. Örnek vermek gerekirse; Asya-Pasifik bölgesinde ekonomik, askeri ve siyasi parametreler dikkate alındığında Çin, Japonya, Güney Kore, Kuzey Kore gibi devletler, bölgesel güç olarak nitelenebilir. Ancak bunlar arasında diğerlerinden birkaç adım öne çıkan Çin, bölgesel bir süper güç niteliğindedir. Aynı durum, içinde bulunduğumuz 21.yy'ın ilk yıllarındaki Türkiye için de geçerlidir. Sorunlar Üçgeni olarak da adlandırabileceğimiz Balkanlar-Kafkasya-Orta Doğu bölgesinin tam ortasında yer alan Türkiye, çevresindeki ülkelere nazaran bölgesel bir süper güçtür. Bu statüsüne rakip olabilecek yegane devlet ise İran'dır. Fakat bu ülkenin gerek rejimi gerekse siyasi ilişkilerini yürütmede sahip olduğu kısıtlı opsiyonlar ve küresel bir çatışmaya girme riskinin fazla oluşu İran'ı yalnızca bölgesel bir güç olarak kalmaya itmektedir.

Amerika'daki İsrail lobisinin bir kuruluşu olan Hudson Enstitüsü'ne bağlı Avrasya Politikası Merkezi'nin Müdürü ve Washington'dan Türkiye hakkında yazdığı "sivri" yazılarla tanınan Zeyno Baran ile evli olan Matthew Bryza, şüphesiz bu sözü kullanırken altında yatan derin anlamları kastetmedi. Ancak GKRY, nüfuz alanı ne kadar geniş olursa olsun, dünyadaki hiçbir devletin Türkiye'ye baskı yapamayacağını böylece öğrenmiş oldu. Çok yönlü, aktif, başarılı bir dış politika ve askeri, iktisadi, beşeri yönlerden gelişmiş, siyasi istikrara sahip bir Türkiye'nin, baskılara maruz kalan, darbeler yaşayan zayıf devlet modelinden önce bölgesel güç statüsüne sonra da bölgesel süper güç statüsüne terfi ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Önümüzdeki yıllarda Türkiye'nin, sürekli kalkınma ve ilerleme sayesinde bu yolun en son ucunda küresel süper güç payesini elde etmesi de kimseyi şaşırtmamalıdır.

Leia Mais…

Dünya Gündemi Analizleri Hakkında

Bu blog, uluslararası politikada yaşanan güncel gelişmeleri takip etmek ve değerlendirmelerde bulunmak amacıyla oluşturulmuştur. İçinde yer alan yazı, yorum ve analizlerin tamamı yazarın şahsi görüşleridir. Yazıların tüm sorumluluğu blog yazarına aittir.

Güncellemeler belli bir programa göre yapılmamaktadır. Bunun yanı sıra her sabah çeşitli şekillerde güncellenmektedir. Yazılar hazırlanırken; ntvmsnbc, bbc türkçe, reuters, guardian, washington post, der spiegel, kommersant vs gibi kaynaklardan yararlanılmaktadır. Haber içerikleri bu kaynaklardan sağlanmakla birlikte, yorumlar ve analizlerin tümü blog yazarına aittir.

Blog içeriğinin, yazardan izin alınmaksızın kullanılması kanunen yasaktır. Kaynak göstererek veya yazarla irtibat kurularak yapılan alıntılara izin verilecektir.