30 Mart 2009

NATO'nun Yeni Genel Sekreteri Kim Olacak? (1)


4-5 Nisan 2009 tarihlerinde Fransa-Almanya sınırındaki Strazburg şehrinde gerçekleşecek olan NATO Devlet Liderleri Zirvesi, birçok önemli gündemin yanı sıra, temmuz sonunda görev süresi sona erecek olan genel sekreter Jaap de Hoop Scheffer'in yerine, teşkilatın yeni liderini ya da lider adaylarını belirleyecek olması açısından da önemlidir. Zirve tarihi yaklaştıkça veya zirveden sonra, NATO ile ilgili değerlendirmelere blogumuzda yer vereceğiz. Ancak şuanda daha çok merak uyandıran "yeni genel sekreter" üzerine birkaç yorum ve çeşitli haber derlemeleri sunmak istiyorum.

Türkiye'yi birçok kez ziyaret eden Scheffer'in yerine geçecek isim konusunda öncelikle belirtmemiz gereken şey, Türkiye'nin önerebileceği bir adayın bulunmamasıdır. Bu duruma iki açıdan bakılabilir. İlk olarak Türk diplomatların çeşitli nedenlerden dolayı böyle önemli bir göreve talip olmadığını belirtmek gerekmektedir. İkinci olarak da cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve dışişleri bakanı Ali Babacan'ın açıklamalarına dayanarak; Türkiye'nin, herhangi bir adayı ileri sürmek suretiyle ittifaka yön veren, yol gösteren, öncülük eden bir ülke olmadığının altını çizmek gerekir. Devletin en yetkililerinden gelen bu sinyaller, Türkiye'nin NATO içinde bu konu görüşülürken fikirlerini açıklayacağı yönündedir.

Genel Sekreterlik için hevesli olan, bu görevi istediğini belirten adaylar ise; Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen, Polonya Dışişleri Bakanı Radoslav Sikorski, Bulgaristan eski Dışişleri Bakanı ve üst düzey diplomat Solomon Passy ve Fransa İçişleri Bakanı Michelle Alliot Marie'dir. İttifakın Doğu Avrupalı yeni üyelerinden Polonya ve Bulgaristan adaylarına şans tanınmazken, M. A. Marie'nin bayan olması nedeniyle NATO'nun genel sekreter koltuğuna oturamayacağı yorumları yapılmaktadır. Yine de bu üçlü arasından Radoslav Sikorski'nin şansı diğerlerine oranla yüksek görünmektedir. Ancak onun dezavantajı da Rusya ile ilişkilerini bozmak istemeyen NATO'nun Polonyalı bir genel sekretere sıcak bakmama ihtimalidir. Bu üçlüden ayırdığımız en önemli aday ise Danimarka Başbakanı A. F. Rasmussen'dir. Zira Danimarka'da yapılan bir ankette, başbakanlarının üst düzey uluslararası bir görev nedeniyle başbakanlıktan ayrılacağını düşünenlerin oranı %58 olarak belirlenmiştir. NATO'nun Afganistan konusunda yeni açılımlar yapacağı düşünüldüğünde, Afganistan'ın tehlikeli güney bölgesinde konuşlanmış Danimarka askerlerinin varlığı Rasmussen'in en büyük avantajlarındandır. Yönetim tecrübesi ve kişisel özellikleri bir yana bırakılacak olursa, ittifakın diğer ülkeleriyle iyi ilişkileri olan Rasmussen'in büyük biraderlerin (ABD-Fransa-İngiltere-Almanya) desteğini aldığı takdirde koltuğun yeni sahibi olma ihtimali artacaktır. Zira başkan Obama ve Amerika'nın tutumunun NATO'da son derece belirleyici olacağı öngörüsünde bulunulabilir.

Tüm bunlara rağmen Rasmussen'in çok önemli iki dezavantajı bulunmaktadır. Bunlardan ilki Danimarka'da patlak veren ve Müslüman dünyasına bomba gibi düşen karikatür krizidir. Hz. Muhammed'i konu alan söz konusu karikatürlere ülkede izin verilmiş ve bu durum büyük gerginliklere sebep olmuştu. Afganistan'daki rolü dolayısıyla Müslüman alemine her zamankinden daha yakın olmak isteyen NATO için Rasmussen, adeta süpriz bir hediye paketini andırmaktadır. Nitekim yeni genel sekreterin birinci önceliği Afganistan Meselesi'ne çözüm bulmak olacağından, bu ismin Müslüman dünyasının tepkisini çekmeyecek biri olmasına özen gösterilecektir. NATO'nun Afganistan'da üstlenmeyi planladığı yeni misyon açısından, yeni genel sekreter de önem kazanmaktadır...
(Devamını 1 Nisan Çarşamba günü okuyabilirsiniz)

Leia Mais…

29 Mart 2009

Dünya Gündemi Analizleri Seçim Özel


29 Mart 2009, Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinin 14. yerel seçimlerinin yapılacağı bir pazar günü. Katılım rekoru kırılması beklenen bu seçimlere girerken, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun vefatı, küçük büyük herkesi üzmüş, sandığa gitmeyi çok arzulamamıza rağmen herkesin içinde bir burukluk yaratmıştır. Buna rağmen 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yaşanan ve halkı sandıktan soğutan durumdan eser kalmamıştır. Bilinçli Türk seçmeni son yıllarda olduğu gibi yine bir pazar sabahı erkenden kalkacak ve oyunu kullanacağı salona gidecektir. Kimin kime oy verdiğinin herkesin şahsi meselesi olduğu görüşünü taşımama rağmen, yerel seçimlerde partilerden çok adaylara oy verilmesi taraftarı olduğumu da belirtmek isterim. Bu alan, kendi görüşlerimi açık yüreklilikle paylaştığım bir yer olduğuna göre de, yerel seçimlerle ilgili bu düşüncemi açıklamakta bir sakınca görmüyorum. Zira, kendi adıma, seçim sonuçları ile ilgili çok büyük süprizler beklemiyorum. Türk halkı, kendisini 5 yıl boyunca doğrudan yönetecek olanları şüphesiz doğru tartacak, oyunu ona göre kullanacaktır. Demokrasinin en belirgin meyvesi olan seçimler, kuralına göre uygulandığında, dünyanın her yerinde başarılı bir şekilde gerçekleştirilmekte, sonuçlar açıklandıktan sonra kaybeden, bir sonraki seçimde kazanmak için çalışmaya ertesi gün başlamaktadır.

Bu düşünceler ile baktığım 2009 Yerel Seçimleri'nin, ülkemiz adına hayırlara vesile olmasını arzu ediyorum. Ayrıca merhum Muhsin Yazıcıoğlu'na Allah'tan rahmet, sevenlerine ise başsağlığı diliyorum.

Leia Mais…

27 Mart 2009

Abdullah Gül'ün Irak Ziyareti ve Irak'ın Geleceği


Amerikan askerleri ile birlikte geçen 6 yılda, Irak'ın içine sürüklendiği kaos ortamı gün geçtikçe daha da belirgin hale geldi. İlk bakışta bir rejim değişikliği ve sonrasında yeni ve güzel bir ülke gibi görünen ama sürekli kötüye giderek batağa saplanan bir devlet, Irak. Öyle ki, ülkenin zengin yeraltı kaynakları ve jeostratejik konumu bile bu durumun önünü almak için yeterli olmadı. 6 yılda, yaklaşık 100 bin sivil, 600 bine yakın Amerikan ve Irak askeri hayatlarını kaybetmiş, 1 milyondan fazla insan göç etmek zorunda kalmıştır. Irak'ın kendine özgü sorunları da bu süreci etkileyen önemli bir unsurdur. Zira ülkenin 3 toplumlu yapısı, insanların birbirlerine güvenememelerine neden olmuş, herkesi kendi başının çaresine bakma yolunu seçmeye itmiştir. Son 25 yılda üç savaş ve ambargo yaşayan Irak'ın, bütün bunları kısa zamanda atlatmasına şüphesiz imkan yoktur. Ancak Irak'ın Orta Doğu'daki barış sürecinde ve istikrarın yeniden tesisinde önemli bir mihenk taşı olduğunun da unutulmaması gerekmektedir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Irak ziyaretini de bu çerçevede değerlendirdiğimizde, Irak'ta ABD sonrası dönemde yaşanması muhtemel boşluğu, genelde dünya çapında özelde de Orta Doğu'da artan itibarı sayesinde Türkiye'nin doldurabileceği öngörüsünde bulunmak yanlış olmayacaktır. Nitekim Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin görev süresi sona erdiğinde yeniden aday olmayacağı bilinmektedir. Böylece Talabani sonrası Irak'ta yaşanması muhtemel değişiklikleri de hesaba katmak gerekecektir. Bunun yanı sıra ABD başkanı Obama'nın Irak politikasına göz attığımızda da, Iraklıların geleceğe dair ümitlerinin az da olsa yeşerdiğini görmekteyiz. Zira Amerikan askerlerinin ülkeden çekilmesi bile başlı başına önemli bir gelişme olarak nitelenebilirken, Irak halkının demokrasiye olan inancını arttırması açısından da kaçınılmazdır. (Iraklıların büyük çoğunluğu, mevcut durumun değişmeyeceğine olan inançları yüzünden seçimlerde sandığa gitmemektedir.)

Ortaya koyduğumuz bu tablodan sonra; "Irak'ın, bölgedeki ABD-İran mücadelesinin yeni bir sahası olmasının önündeki tek engel Türkiye Cumhuriyeti'dir" diyebiliriz. Çünkü Irak ile ilgili birçok mesele doğrudan Türkiye'yi de ilgilendirmektedir. Irak'ın kuzeyindeki yerel yapılanmadan, Irak'taki Türkmenlere; Amerikan askerlerinin çekilme güzergahından, Musul ve Kerkük'e kadar halledilmeyi bekleyen birçok sorun Türkiye'nin aktif katılımını gerektirmektedir. Aktif bir dış politika, gerek Türkiye açısından gerekse Orta Doğu'nun geleceği açısından hayati öneme haizdir. Türkiye'nin Davos ile yükselişe geçen itibarı, cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Irak'ta yaptığı temaslardan sonra daha da belirginleşmiştir. Bu itibar, Iraklı yetkililerin açıklamalarına da yansımış, PKK'nın Irak'tan tasfiye edileceğine dair garantiler verilmiştir. Yerel Kürt yönetiminin haddini aşan beyanlarını bir tarafa bırakırsak, PKK'nın içinde bulunduğu çember giderek daralmaktadır. 1998'de Suriye ile yapılan Adana Mutabakatı'ndan sonra faaliyet alanı sınırlanan, İran'ın teröre karşı mücadelesi kapsamında PJAK'a yaptığı müdahaleler ile bir sonraki aşamaya taşınan PKK karşıtı kampanyada, Irak hükümetinin takınacağı tutum da son derece önemlidir. Nitekim PKK'nın ortadan kaldırılması Türkiye-Irak ilişkilerinde bir dönüm noktasını teşkil edecektir.

Türkiye'nin bölge politikalarında söz sahibi olması, Irak'ın geleceğinin kendi eline bırakılamayacak kadar değerli olmasındandır. Yıllar boyunca süper güçlerin kilometrelerce uzaktan müdahil olarak soyundukları roller, bu kez Türkiye'nin ayağına kadar gelmiştir. Amerikan askerlerinin çekilmesini müteakiben oluşması muhtemel otorite boşluğu ve bu gediği doldurmak isteyecek birtakım iç unsurların birbirleriyle çatışma ihtimali ilk etapta Türkiye'nin izleyeceği politikaları etkileyebilir. Ancak Türkiye'nin doğru zamanlama ile atacağı adımlar Irak'ın geleceği açısından belirleyici olacaktır.

Leia Mais…

25 Mart 2009

İsrail'de Sona Doğru


Geçtiğimiz hafta bahsettiğimiz İsrail'deki hükümet çalışmalarında son aşamaya gelindi. Likud lideri Netanyahu, Evimiz İsrail ve Şas partilerinden sonra İşçi Partisi ile de ön anlaşma yaptı. Geçen hafta belirttiğimiz olasılıklardan ve öngörülerden biri olan "sol görüşlü bir partiyi (tercihen İşçi Partisi) koalisyona katmak suretiyle hükümet profilini ılımlı hale getirmek" bugün itibariyle gerçekleşmiş gibi görünüyor. Zira İşçi Partisi kongresinde %58 oranında "Evet" oyu ile Likud önderliğindeki koalisyona katılma kabul edildi. Yeni hükümette de şuanki görevini devam ettirmesi ve Savunma Bakanı olması beklenen Ehud Barak, İşçi Partisi içindeki muhalefeti dindirmeyi de bir ölçüde başararak, koalisyonun üçüncü ortağı sıfatıyla, partisinin kaybettiği itibarı yeni hükümet ile birlikte tekrar kazanmayı amaçlamaktadır.

Bu gelişme koalisyonun dört parti arasında kurulacağını, beşinci veya altıncı, yedinci partilere gerek kalmadığını da ortaya çıkarmıştır. Nitekim 61 sandalyenin hükümet kurmak için yeterli olduğu İsrail Parlamentosu'nda (Knesset), Likud 27, Evimiz İsrail 15, İşçi Partisi 13 ve Şas 11 sandalye ile 66'ya ulaşılmaktadır. Sağ görüşlü Likud, Aşırı sağcı Evimiz İsrail, Sol görüşlü İşçi Partisi ve dinci Şas partileri İsrail'in yeni hükümetini oluşturacaktır. Böylece İsrail-Filistin meselesinde de yeni bir evreye girilmiş olacaktır. Zira koalisyon içindeki farklı görüşlerin birbirlerine tahammül etmelerinin gereği, sorunun barışçıl yollarla çözümüne giden yolda önemli bir unsuru teşkil etmektedir. Şayet bu beklenti gerçekleşmez ve koalisyon ortaklarının farklı ideolojileri aynı çatı altında barındıramamaları sonucu hükümet düşerse, İsrail'in siyasi bir çıkmaza sürükleneceği yorumunu yapmak da kolaylaşacaktır.

Leia Mais…

23 Mart 2009

Azerbaycan Referandumu


Azerbaycan Cumhuriyeti, anayasasında yapmayı planladığı bir takım değişiklikleri geçtiğimiz hafta halk oylamasına sundu. %70 civarı bir katılım oranıyla yaklaşık 4 milyon kişinin oy kullandığı referandumda, anayasanın değiştirilmesi öngörülen 29 maddesindeki toplam 41 yenilik, %90 "Evet" oyu ile kabul edildi. Bu değişikliklerin arasında öne çıkanlar ise basın-yayın organlarına getirilen kısıtlamalar ve devlet başkanının görev süresinin uzatılması oldu. 2003 yılında babası Haydar Aliyev'in vefatından sonra başa gelen İlham Aliyev, bu değişiklikler sayesinde ömür boyu iktidarda kalma yolunda önemli bir adım atmıştır. Zira Azerbaycan anayasasının 101. maddesinde devlet başkanının nasıl seçileceği ve 5 yıllık görev süresine yönelik hükümler bulunmaktaydı. Ancak son referandum ile devlet başkanlarının iki dönemlik görev süreleri sonunda yeniden aday olmalarının önü açıldı. Böylece 2013 yılında görev süresi dolacak olan İlham Aliyev'in tekrar aday olması (ve muhtemelen tekrar seçilmesi) garantilenmiş oldu.

Azerbaycan'daki bu durum demokrasinin nimetlerinden faydalanarak anti-demokratik kararlar alma furyasının bir örneğini oluşturmaktadır. Bilindiği gibi eski Sovyetler Birliği ülkelerinin birçoğunda, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde, bu ve buna benzer birçok anti-demokratik uygulama, demokrasi kılıfına uydurularak hayata geçirilmekteydi. Halk, Azerbaycan örneğinde olduğu gibi, ülkenin istikrarı için bu tarz kararların alınması yönünde rıza göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle halk, liderleri tarafından, ülkenin istikrarı için verilmesi gereken kararın bu olduğuna inandırılmaktadır. Hal böyleyken sonuçlar açıklandığında karşılaşılan tablo da kimseyi şaşırtmamaktadır.

Galatasaray Üniversitesi'nden Prof. Dr. Beril Dedeoğlu'nun da altını çizdiği üzere, seçim yapma alışkanlığını yeni kazanan toplumların büyük bir hevesle sandığa gittiği bilinen bir gerçektir. Söz konusu bir referandumsa katılım oranlarındaki artışlar da doğaldır. Tüm bu açıklamalar, Azerbaycan'daki halk oylamasının, muhalefet partilerinin iddia ettikleri gibi düşük katılımlı olmadığını kanıtlamak için yeterlidir. Nitekim referandumun geçerli olması için gereken oran olan %25, çok rahat bir şekilde geçilmiştir.

Bunun yanı sıra, oylamaya katılanlar, %80'leri aşan bir çoğunlukla izin almadan görüntü ve ses kaydı yapmayı yasaklayan anayasa değişikliğini de kabul etmiş bulunmaktadırlar. Ayrıca İlham Aliyev'in partisi olarak bilinen Yeni Azerbaycan Partisi'nin "savaş halinde tüm seçimlerin iptal edilerek cumhurbaşkanının görev süresinin süresiz uzatılması" önerisi de yine büyük bir çoğunlukla kabul gördü. Bu kanunun, Dağlık Karabağ Bölgesi'ndeki çatışmaların gelecekte savaş olarak nitelenmesi durumunda kullanılması muhtemeldir. Tüm bu değişikliklerin ortak noktası ise, şüphesiz Azerbaycan'da Ebülfez Elçibey sonrası kurulan, kişiye dayalı iktidar politikasına hizmet edecek olmalarıdır. Herşeye rağmen Azerbaycan'ın yabancı ülkelerle, özellikle Rusya ve ABD ile ilişkilerindeki mesafeyi koruması, mevcut siyasi iktidarın bir diktatörlük rejimine dönüşmesini engellemektedir.

Leia Mais…

21 Mart 2009

Latin Amerika'daki Sol Rüzgar ve El Salvador Seçimleri


Güney Amerika'daki sol dalganın Orta Amerika'da da kendini göstermeye başladığı, El Salvador'daki başkanlık seçimleri ile de görülmüştür. Eski bir gerilla örgütü olan FMLN'nin (Farabundo Marti Liberacion Nacional- Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi) adayı Mauricio Funes oyların %51,3'ünü alarak seçimin kazananı oldu. Eski bir gerilla olan Funes, gazeteci kimliğiyle de ön plana çıkmaktadır.

Seçimi ve Orta Amerika'daki sol dalgayı değerlendirmeden önce kısaca FMLN ve Funes'ten bahsetmek faydalı olacaktır. 1970 yılında El Salvador Komünist Partisi'nden ayrılan bir grup, Farabundo Marti Halk Kurtuluş Güçleri'ni kurmuş ve ülke içinde silahlı mücadeleye başlamıştır. 1979 yılında ülkede darbe ile iktidarın el değiştirmesiyle iç savaş daha da derinleşmiş, 1980'de 5 gerilla örgütü birleşerek FMLN'yi oluşturmuştur. FMLN, iç savaş sırasında ülkenin yarısına yakınını kontrolü altına alarak "kurtarılmış bölgeler" ilan etti. 1983'te örgüt içerisinde yaşanan iç çatışma sonrasında iki önemli lider öldürüldü ve bu tarihten itibaren iç savaşta gerilla gruplarının liderliği FMLN'den El Salvador Komünist Partisi'ne geçti. 1992 yılında iç savaştaki süre gidişe son vermek adına barış antlaşması yapılmış ve FMLN bu süreçte siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Mauricio Funes ise iç savaş sırasında gerilla liderleriyle yaptığı ropörtajlar ile tanınmaktadır. Brezilya İşçi Partisi'nden Dr. Vanda Pignato ile evli olan Funes, kendini Brezilya lideri Lula da Silva'nın bir hayranı olarak nitelemektedir.

Nikaragua ve Guatemala'nın ardından Orta Amerika'da yeni bir sol partinin daha iktidara ulaşmasıyla akıllara Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'in söylemleri gelmektedir. Latin Amerika'nın tamamında sol iktidarların kurulacağını her fırsatta dile getiren Chavez'in bu vizyonuna bir ülke daha eklenmiş görünmekte. El Salvador'da 20 yıldır iktidarda bulunan ARENA partisinin seçimi kaybetmesi Latin Amerika halklarının siyasi yönelimleri hakkında fikir vermektedir. Artan suç oranları, yolsuzluk, fakirlik gibi sorunlar, halkları farklı arayışlara sevk etmektedir. Bu ortamda halkın alternatif iktidar arayışı sol partilere yönelim olarak somutlaşmıştır. Tabii ki bu yönelişte güncel ve kimi sosyal bilimciler tarfından "popülist" olarak da nitelenen gelişmelerin payı büyüktür. Bu güncel gelişmeleri "kıtadaki sol iktidarlar" şeklinde özetlemek mümkündür. Bunun yanında, El Salvador halkının bu seçiminde küresel ekonomik krizin payının bulunduğu da söylenebilir. Ancak bu payın ciddi bir oran teşkil ettiği düşünülmemektedir.

18 Ocak'taki yerel seçimlerin ardından FMLN'nin bu seçimlerden de galip çıkabileceği öngörülmekteydi. Yerel seçimlerde beklenilenin üzerinde bir başarı elde eden FMLN, yıllardır süre gelen sorunların çözümlenmesi yolunda, halk için yeni bir umut olmuştu. Ayrıca, Venezüella, Küba ve Bolivya'nın önderliğindeki "21. yüzyıl sosyalizmi" hareketi, tüm Latin Amerika halkları üzerinde etkiler yaratmıştır. Buna rağmen, halkın sosyo-ekonomik sorunlar karşısında yeni söylemlere olan ihtiyacı bu seçimlerin asıl belirleyici faktörü olmuştur.

Küresel güç ABD'nin yeni başkanı Obama ve ekibinin, arka bahçesindeki bu gelişmeler karşısında ne gibi tepkiler vereceği merak konusudur. Zira, güneyinde, kendisine karşı şekillenen bu bloğa gün geçtikçe yeni devletler katılmaktadır ve bu durumun yakın gelecekte ABD'nin başını ağrıtacağı öngörüsünde bulunmak yanlış olmayacaktır.

Yazan: Mustafa Kemal DAĞDELEN

Leia Mais…

20 Mart 2009

İsrail'de Yeni Hükümet Çalışmaları


İsrail'de 18. parlamento (Knesset) seçimleri 10 Şubat 2009'da gerçekleştirildi. 120 sandalyeli mecliste, birbirlerine çok yakın oy oranlarıyla Kadima partisi 28, Likud ise 27 sandalye kazandı. Dışişleri Bakanı ve eski Mossad ajanı Tzipi Livni'nin lideri olduğu Kadima, koalisyon kurmak için gereken 61 sayısına ulaşamadığından görev Likud lideri Benjamin Netanyahu'ya verildi. Geniş tabanlı bir koalisyon hedefiyle yola çıkan ancak Kadima ile yaptığı görüşmelerde bir sonuç elde edemeyen Netanyahu, gözünü mecburen diğer partilere çevirdi. Bu durum İsrail'de aşırı sağcı bir hükümete doğru giden yolda atılan ilk adımı teşkil etmektedir. Zira seçimlerden 15 sandalye kazanarak üçüncü parti olan İsrail Beiteinu (Evimiz İsrail) partisi, koalisyonun büyük ortağı olacak gibi görünmektedir. Oluşması muhtemel koalisyonda Ulusal Birlik (4) ve İsrail Ocağı/Evi (Jewish Home) (3) diğer aşırı sağcı partiler iken, Şas (11) ve Birleşik Torah Listesi (United Torah Judaism) (5) aşırı dinci, siyonist partiler olarak göze çarpmaktadır. Bu durum ülkenin Filistin Meselesi'ne karşı zaten katı olan tutumunu olumlu yönde değiştirmeyeceğine dair bir işaret olarak değerlendirilebilir. Zira Evimiz İsrail Partisi genel başkanı Avigdor Lieberman'ın sertlik yanlısı ve uzlaşmaz bir tavır sergilediği biliniyor. Kişinev-Moldova doğumlu bir Sovyet Yahudisi olan Lieberman'ın, "Elimden gelse bütün Filistinlileri bir gecede denize dökerim" anlamına gelen demeci bu tavrını kanıtlayan en önemli örnek. Netanyahu hükümetinde Dışişleri Bakanlığı görevine getirilmesi beklenen Lieberman'ın Filistin Sorunu'nu barışçıl yollardan çözmeye pek yanaşmayacağı düşünülüyor. Buna bir de diğer aşırı sağcı ve siyonist partilerin eklenmesiyle yeni hükümetin İsrail-Filistin arasındaki gerilimi düşürmesinin imkansız olduğu öngörüsünde bulunmak yanlış olmayacaktır.

Eski kabinelerde Başbakan Yardımcılığı, Ulaştırma Bakanlığı gibi görevler üstlenmiş olan Avigdor Lieberman'ın ve Likud'dan kopan partisi Evimiz İsrail'in, yeni hükümette tek başına yer alsa bile faşist sayılabilecek görüşleri nedeniyle, yalnızca İsrail-Filistin değil, İsrail-İran, İsrail-Suriye ve hatta İsrail-Türkiye ilişkilerinde de yeni dönemler açabileceği bir gerçektir. Mevcut sorunların halledilmesi yerine daha da derinleştirilmesi tehlikesi ile karşı karşıya olan İsrail için geçerli tek çıkış yolunun Kadima lideri Livni tarafından kapatılması sonucunda böyle bir durum ortaya çıkmıştır.

Orta Doğu uzmanı olmadığımdan, bölge ile ilgili gelişmeleri çok kapsamlı yorumlama yeteneğine sahip değilim. Ancak kurulması muhtemel aşırı sağcı/siyonist bir koalisyonun küresel ölçekte sonuçlar yaratacağı tahmininde bulunulabilir. Peki bu durum nasıl engellenebilir veya ne gibi alternatifler sunulabilir? Bu soruya verilebilecek en güzel cevap şüphesiz Likud önderliğindeki hükümet içinde ılımlı veya sol görüşlü bir ya da birkaç parti barındırmak suretiyle milliyetçi, aşırıcı ve gerici tabanlı bir koalisyon kurulmasının önüne geçmek olacaktır. Kadima ile yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalması ve İsrail'in son Gazze saldırılarının Livni'nin başbakanlığı sırasında gerçekleştirilmiş olması Likud-Kadima birlikteliğini de zorlaştırmaktadır. Buna rağmen Likud'un, Ehud Barak'ın liderliğindeki İşçi Partisi'ni de koalisyona katması en azından İsrail hükümetinin uluslararası imajına biraz olsun katkıda bulunacaktır. Nitekim 13 sandalyeye sahip olan İşçi Partisi, kabineye dahil olması beklenen birkaç partiyi otomatikman safdışı bırakacaktır. Bu durumda hükümet, sağ ağırlıklı görünümünü korurken, aşırı dinci ve siyonist nitelemelerini yitirecektir.

Bu olasılıkların yanı sıra, Netanyahu'nun, önceden görüş birliğine vardığı ve lideri Lieberman'a Dışişleri Bakanlığı vermeyi kabul ettiği Evimiz İsrail partisini kabine dışında bırakma ve yerini İşçi Partisi ile doldurma kararı alması da yadsınamayacak bir ihtimaldir. Zira koalisyon görüşmeleri sırasında gelen tepkilerin Netanyahu'ya geri adım attırabileceği öngörüsünde bulunmak mümkündür. Bu olasılığın önündeki tek engel İşçi Partililerin Likud ile kurulacak bir koalisyona sıcak bakmayabilecekleri düşüncesidir. 2006 yılında Evimiz İsrail partisiyle birlikte aynı koalisyonda yer alan İşçi Partisi'nin, Avigdor Lieberman'ın kendisinin stratejik bir tehdit olduğunu söyleyerek koalisyonu terk ettiğini de hatırlatmakta fayda var...

Sonuç her ne olursa olsun, başa kim gelirse gelsin, Orta Doğu'da yaşanmış veya halen yaşanan meselelerin %90'ının İsrail kaynaklı olduğu gerçeği değişmeyecektir. Bu oranın ve durumun yakın gelecekte değişmesini kimse beklememektedir. Tüm dünyanın beklediği şey ise, sönük de olsa bir umut ışığıdır...

Leia Mais…

18 Mart 2009

Polonya'nın Krizle İmtihanı


Ekonomik kriz, ülkemizi teğet geçmese de üç aylık dönemde çok büyük zararlara yol açmadı. Ancak Avrupa'nın tam ortasında durum biraz farklı. Polonya'da yaşanan ekonomik sıkıntılar ülkeyi iflasın eşiğine getirmiş durumda. İlk yazılarımızdan birinde de bahsettiğimiz gibi Polonya'nın borçlarını ödeyememe ihtimali %25'i bulmuştur. Polonya, 1 Mayıs 2004 genişlemesiyle müdahil olduğu Avrupa Birliği'nden de yeterli yardımı alamamaktadır. Büyük umutlarla el açılan Almanya da herkese tek tek yardım etmek yerine ihtiyacı olanların yararlanacağı bir fon kurulması fikrini savunmaktadır. (ABD'nin 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'ya yardım etme şekli) Bunun yanı sıra Polonya-Almanya ilişkileri de eskiye oranla daha kötü seyretmektedir. 2007'de el değiştiren iktidar; yeni hükümete, selefinin bozduğu Almanya ile ilişkileri düzeltme görevi yüklemiştir. Zira Almanya, Polonya'nın ithalat ve ihracatında önemli bir yer teşkil etmektedir. Bu açılardan bakıldığında Polonya'nın, içinden çıkılması güç bir durumla karşı karşıya olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Avrupa Birliği üyesi olarak geçen 5 yılda Polonya'nın kalkınma hızı da giderek artmaktaydı. Ancak eski bir Varşova Paktı ülkesi olan ve kapitalizmle tanışması henüz yeni sayılabilecek Polonya için son yılların en sarsıcı ekonomik krizi tam bir şok etkisi yarattı. Henüz ortak para birimine (Euro) geçememiş olan Polonya'da kullanımda olan zloti ise, dolar karşısında sürekli değer yitirmekte. Mart 2008'de bir Amerikan Doları 2.2 zloti iken, Mart 2009'da %55'lik değer kaybı ile 1 dolar 3.5 zloti olmuştur. Zloti, Euro karşısında da benzer oranlarda değer kaybetmiştir. Ulusal para birimini değiştirmemek veya değiştirmekte gecikmek Polonya'nın ekonomik sorunlarına tuz-biber ekmiştir.

Bunun yanında ülkenin gayri safi milli hasılasındaki büyüme (GSMH) 2008 yılında %4.8 iken, büyüme hızı 2009 yılı için %0.7 olarak öngörülmüştür. Avrupa Birliği'nin bu denli zayıf, dayanıksız, istikrarsız ve büyüme hızı düşük bir ekonomiyi birliğe kattığı için pişman olduğu tahmini yapmak, birlik politikalarına bakıldığında adil bir değerlendirme olacaktır. Zira Maastricht Antlaşması'nda öngörülen enflasyon ve bütçe kriterlerine ulaşamayan bir Avrupa Birliği üyesinin, politik ve ekonomik yaptırımlarla karşılaşması muhtemeldir.

Tüm bu gelişmelere ek olarak ülkedeki siyasi iktidarın, krize çözüm üretmek için yeterli kapasiteye sahip olmadığı görülmektedir. 2007 yılında yapılan parlamento seçimlerinde toplam oyların %41'ini alarak, Polonya Halk Partisi (PSL) (%9) ile koalisyon kuran Sivil Platform (PO) lideri ve başbakan Donald Tusk, Batı ittifakına olan inancı ve güveninin yanısıra futbola olan düşkünlüğü ile de bilinmektedir. Tam bir futbol fanatiği olan Tusk, bu yönünü 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda oynanan Avusturya-Polonya mücadelesinin hakemini öldürmek istediğini söylerek ortaya koymuştu. Bu açıklamanın milli heyecanla yapıldığını düşünenleri ise geçen hafta başka bir süpriz beklemekteydi. Avrupa'nın ortasında, 38 milyon nüfuslu bir ülkeyi 4 yıl yönetmesi için seçilen bir başbakan olan Donald Tusk; parlamentoda, emekli maaşlarının düzenlenmesi ile ilgili bir oylamaya, Polonya İçişleri Bakanı'nın da aralarında bulunduğu bir grup arkadaşıyla halı saha maçında olduğu için katılamamıştı. Ekonomik Kriz'in tüm dünyayı etkilediği, önlem ve kurtarma paketlerinin havada uçuştuğu günümüzde, böyle bir skandala imza atan başbakanın, Polonya halkına yaşattığı hayal kırıklığını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek...

Hükümeti, muhalefeti, siyasetçileri amansızca eleştirme, ülkemizde sıkça karşılaştığımız bir durum. Polonya örneğinden sonra da bu huyumuzu sürdürürmüyüz bilinmez. Ama en azından başbakanımızın futbol geçmişi mazide kaldı...

Leia Mais…

17 Mart 2009

Güneşi Gördüm'ü Okumak


Blogun içeriğinden ve ilkelerinden sapmak manasına gelse de Mahsun Kırmızıgül'ün yeni filmi hakkında birkaç cümle ile bir değerlendirmede bulunmanın doğru olacağını düşündüm. Sinema eleştirmeni değilim ancak izlediğim yüzlerce filmden sonra bir takım şeyler doğal olarak gözüme çarpmakta. Filmde genel olarak bir köy ahalisinin terörle mücadele sırasında ve sonrasında yaşadıkları anlatılıyor. Anlatılırken de Güneydoğu Anadolu bölgesinin kendine özgü durumu vurgulanıyor. Buraya kadar herşey bir sinema eseri için normal. Fakat öyle ince noktalarda öyle ince dokundurmalar yapılıyor ki, insanın aklına ister istemez filmin hangi görüşe hizmet ettiğini düşünmek geliyor. Zira aynı evde yaşayan iki kardeşten birinin Türk askeri, diğerinin terör örgütü militanı olduğu durumlar, yaşanmış hakikatlerdir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde iki kardeşin resimlerinin yanyana duvara asılamayacağını, bunun yalnızca Norveç gibi ülkelerde yapılabileceğini ima eden bir anlayışla, sinemada ilk kez karşılaşmaktayım. İnsanların evlerinde ne yapıp ne yapamayacağına devletin karar vermesi gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi, Türkiye'yi, terörizm yüzünden geri kaldığı bilinen bir bölgesi üzerinden Norveç ile kıyaslamak, vatan hainliği ile eşdeğerdir.

Seyircilerin büyük çoğunluğunun film sırasında gözyaşlarını tutamadıkları, filmi inanılmaz beğendikleri, Mahsun Kırmızıgül'ün çok başarılı bir filme imza attığı gibi yorumlar yapılmaktadır. Sinemasever Türk halkının milli hassasiyetlerine dokunan en ufak bir olayda gözlerinin dolduğu bilinen bir gerçektir. Bunun ve buna benzer olayların, "ülke sorunlarının" ve aslında hiç varolmayan ama görmezden gelindiği iddia edilen bazı meselelerin işlendiği bir film Güneşi Gördüm. En azından yönetmeninin ifadelerine dayanarak böyle bir film olduğunu düşünüyorum.

Kısaca toparlayacak olursak Türkiye Cumhuriyeti'nin terörle savaş sırasında verdiği şehitlerin sayısını, ölen terörist sayısına ekleyerek elde edilen rakamlar ve "bu kadar insan ölmüştür" açıklamalarıyla film sona eriyor. 30 yıldır süren bu mücadeleden haberi olmayan veya durumun ciddiyetini kavrayamamış dimağlar tarafından da film beğeniyle karşılanıyor. Herkesin beğeni kriterlerine elbette ki saygımız sonsuz. Ancak kendi belirlediği sorunları, yine kendi belirlediği çözümler ile ortadan kaldıracağını düşünenler için aynı şeyi söylememiz mümkün değil...


Leia Mais…

16 Mart 2009

Küba'da Değişimin Ayak Sesleri


İçinde bulunduğumuz 2009 yılı, Küba Devrimi'nin 50. yıldönümü, Fidel Castro'nun hastalığı sebebiyle yetkilerini kardeşine devretmesinin üçüncü yılı ve Amerika Birleşik Devletleri'nde başkan Obama'nın Beyaz Saray'daki ilk yılını temsil etmektedir. Tüm bunlar biraraya geldiğindeyse, Küba'da 50 yıldır süregelen politikaların giderek değişmesi beklenen bir yıl, 2009. Uzun yıllar boyunca üzerinde Soğuk Savaş'ın gölgesini taşıyan Küba, bugünlerde yeni dünya düzenine ayak uydurmaya çalışmakta. Zira "Commandante" ünvanına sahip üç kişiden biri olan Raul Castro (diğer ikisi Fidel ve Che), geçtiğimiz ay yarım asırlık devrim tarihinde eşi görülmedik bir yeniliğe imza attı ve Küba kabinesinde yeralan bakanların büyük çoğunluğunu değiştirerek herkesi şaşırttı. Küba'yı uluslararası arenaya entegre etme yolunda atılmış bu büyük adım, ABD tarafından hoş karşılanmış olacak ki, senato aldığı kararla Küba'ya uygulanan ambargoda bazı değişiklikler yaptı. Ambargoyu tamamen kaldırmamakla birlikte, ABD'nin yürürlüğe koyması beklenen kararlar arasında Küba'ya ilaç ve gıda ticaretinde kolaylık gösterilmesi ile vize uygulamalarındaki engellemelerin hafifletilmesi gibi önemli sayılabilecek konular yer almakta.

1962 yılından beri uygulanan bu ambargo, Küba'yı komünist devletler safında ABD karşıtı bir çizgide yer almaya itmiştir. Ancak Obama ile birlikte ABD-Küba diyalogunun önünün açılacağı tahmininde bulunmak yanlış olmayacaktır. Bu diyalog ile birlikte uzun yıllardır devam eden ambargonun kalkması ve Küba ile Amerika arasında yeniden diplomatik ilişkilerin kurulması sonuçlarıyla karşılaşılabilir. Zira ABD'nin ambargoyu kaldırmak için ileri sürdüğü tek şart Küba'da demokratik ve çok partili seçimlerin yapılmasıdır. Fidel'in sağlık durumunun iyiye gitmediği, kardeşi Raul'un ise ailesini siyasetten uzak tutmak istemesi, Küba'da yakın gelecekte demokratik seçimlerin yapılacağının işaretleri olarak görülebilir. Kabinede yapılan son değişiklikleri de bu bağlamda yorumlamak mümkündür.

Latin Amerika'daki sorunların tamamı değilse bile büyük kısmı, bölgedeki anti-Amerikan politikalar nedeniyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu meselelerin çözümü de bölgedeki ABD karşıtlığına çözüm bulmaktan geçer. Barrack Obama'nın kendisinden beklenilenleri yaparak bu meseleleri halledip halledemeyeceğini ise zaman gösterecektir.

Leia Mais…

14 Mart 2009

Fransa - NATO Vuslatına Doğru


Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, geçtiğimiz hafta yaptığı bir açıklama ile ülkesinin, NATO'nun askeri kanadına geri dönüş kararı aldığını açıkladı. Aslında bu karar uluslararası politikayı yakından takip edenler için pek de süpriz olmadı. Zira Fransa uzun süredir fiilen NATO'nun askeri misyonlarına katılmaktaydı. Bosna Hersek'de ABD askerlerine komuta eden Fransa, Kosova'ya da askeri misyon göndermişti. Öyle ki Afganistan'daki NATO Kuvvetleri Komutanlığı bile bir dönem Fransa'daydı. Buna rağmen hukuki olarak, General Charles De Gaulle'ün 1966 yılında aldığı karar geçerliydi. De Gaulle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa'nın giderek ABD hakimiyetine girdiğini görmüş, ülkesinin bağımsızlığını, egemenliğini vurgulamak ve NATO'nun, dünyadaki ABD hegemonyasının bir parçası olduğunu göstermek için Kuzey Atlantik Antlaşma Örgütü'nün (NATO) askeri kanadını terk ettiğini açıklamıştı. Ancak takip eden yıllarda Fransa'nın dönüşü sürekli gündem oluşturmuştu. Özellikle Sarkozy, bazı sol partiler ile merkez sağ partisi UMP'nin karşı çıkmalarına rağmen Fransa'nın, daha güçlü bir Avrupa için bu dönüşe ihtiyacı olduğunu savunmaktaydı. Ne var ki, organizasyonda bu tür kararlar oy birliği ile alınmakta ve Fransa'nın bunu tek başına duyurmuş olması şimdilik bir şey ifade etmemektedir. Yine de 26 üyeli NATO'da Fransa'nın askeri kanada geri dönüşü en çok ABD'nin yararına olacağından, üyelerin birçoğunun ABD ile eşgüdüm içerisinde Fransa'nın dönüşüne sıcak bakacağı tahminini yapmak mümkündür.

Fakat ekonomik sıkıntılarla boğuşan Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya gibi ülkeleri ikna etmek için Fransa'nın ne tür adımlar atacağı henüz bilinmiyor. Buna rağmen Nisan ayı başında Strasbourg'da yapılacak NATO toplantısına, Fransa'nın askeri kanada dönüşünün onaylanacağı bir zirve gözüyle bakılmaktadır. Avrupa Birliği içindeki liderlik mücadelesinde ekonomik olarak Almanya'nın gerisine düşen Fransa için NATO mükemmel bir dış politika alanıdır. Yıllardır fiilen de olsa bu politikaları uygulamış olan Fransa'nın askeri kanada dönüşüyle Avrupa'daki bazı NATO üslerinin kontrolünün Fransa'ya geçeceği düşünülmektedir. Yabancı bir ülkede komutanız altında bulunan askeri bir üs, her açıdan diplomatik bir silah olarak değerlendirilmektedir. Bu açılardan bakıldığında; NATO, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler'de söz sahibi, ekonomik ve siyasi yönden istikrarlı, nükleer bir Fransa'nın, geleceğin çok kutuplu dünya düzeninde kendisine önemli bir yer edineceği öngörüsünde bulunulabilir.

1974-1980 arasında NATO'nun askeri kanadından çekilmiş başka bir devlet olan Yunanistan'ın, örgüte geri dönüşü önündeki en önemli engel olarak gösterilen Türk Vetosu, 80 ihtilali sonrasında alelacele ortadan kalkmış, Yunanistan böylece 6 yıl uzak kaldığı konumuna Türkiye sayesinde ulaşabilmişti. 1949'daki kuruluşundan bugüne dek geçen 60 yıl içerisinde, NATO'nun karar alma sistemi sayesinde devletler, bu tip kozlara sürekli sahip olmuşlardır. Ancak günümüzde Fransa'yı NATO'nun askeri kanadına geri dönüş yolunda veto etmek çeşitli yaptırımlarla karşılaşmak gibi bir riski de beraberinde getireceğinden bu hakka başvurmak özellikle Doğu Avrupa ülkeleri açısından pek de akıllıca bir politika olmayacaktır. Hatta veto kozunun el değiştirdiğini düşünmek bile mümkündür. Kısacası Fransa'nın, ekonomik yardım talebinde bulunan fakir ülkelere "onaylarsanız yardımı düşünürüz" mesajı vererek alacağı oylarla, uzun yıllar sonra geri döneceği bir NATO bizleri beklemekte...

Leia Mais…

13 Mart 2009

Kırgızistan'da Yeni Açılımlar


Geçen ay, Orta Asya'da ilginç bir gelime yaşanmıştı. Bağımsızlık sonrası çok keskin politikalar izlemekten kaçınan ancak 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD önderliğindeki "teröre karşı savaş"a aktif katılım amacıyla ülkesinde müttefik güçlere askeri bir üs tahsis eden Kırgızistan, Amerika'nın kullanımındaki Manas askeri üssünü kapatma kararı aldığını açıklamıştı. Geçtiğimiz cuma günü ise, Kırgızistan parlamentosu, yalnızca ABD'nin değil, aralarında Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Kore'nin de bulunduğu Batı koalisyonu askeri güçlerinin ülkeyi terketmesini öngören kararı kabul etti. Afganistan müdahalesi sonrasında çevre ülkelerle yapılan antlaşmalar ile Amerika, bölgede askeri ayrıcalıklara sahip olmuştu. Ancak iç politikasında karışıklıklar yaşayan Kırgızistan, yeni ABD yönetiminin görüşlerine paralel bir karar alarak biraz olsun rahatlamayı amaçlamıştır. Zira bu kararın zamanlaması manidardır. Afganistan-Pakistan-Orta Asya üçgenindeki terörist faaliyetlerin kırılgan bir yapıya sahip olan Kırgızistan üzerindeki etkilerini ve aşırı dinci grupların baskılarını kırmak için çeşitli politikalar izleyen ülke, Manas'ı kapatmak suretiyle bu politikalarını destekleme hedefindedir.

2005 yılında dönemin devlet başkanı Asker Akayev'in görevden ve ülkeden ayrılması ile sonuçlanan geniş çaplı ayaklanmalar sonrasında başa gelen Kurmanbek Bakiyev, Rusya Federasyonu'ndan aldığı destek ve 2 milyar dolarlık kredi sayesinde, Manas askeri üssünün kapatıldığını açıklarken tepki çekmemiştir. Hatta Kırgızistan'ın bir süre daha beklemesi halinde zaten ABD tarafından kendiliğinden kapatılması düşünülen merkez üzerinde inisiyatif kullanarak durumu kendi lehine çevirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Orta Asya'daki dengelerin kaygan bir zemin üzerinde olduğu günümüzde, yerinde ve zamanında yapılan her hamlenin değeri paha biçilemez durumdadır. Üstelik komşularının yaşadığı sorunların Kırgızistan'ı etkileme olasılığı da göz ardı edilemez. Bu yönlerden değerlendirildiğinde Manas askeri üssünün kapatılması ve Amerikan askerlerine 20 Ağustos 2009'a kadar ülkeden ayrılma süresi tanınması Kırgızistan'ın yabana atılacak bir ülke olmadığını kanıtlar niteliktedir.

İç ve dış tehditler ile mücadele etmekte olan ülkede, orta okullara türban yasağı uygulaması, aşırı dinci gruplara karşı alınmış bir tedbir ise, Manas'ın kapatılması da ülkenin Batı gölgesinden kurtulmasına yönelik bir adım olarak görülebilir. Son dönemlerde artan suç oranlarına karşı da çeşitli müdahalelerde bulunan Kırgızistan'ın yakın gelecekte istikrara kavuşması beklenmektedir. Global ekonomik krizin derinden etkilediği ülkede toplumsal huzura yönelik atılması gereken en önemli adımlardan biri de şüphesiz bu istikrarın sağlanması olacaktır.

Bu değerlendirmelerden sonra kısaca değinmemiz gereken bir başka konu da Amerika Birleşik Devletleri'nin Orta Asya'daki varlığıdır. Barrack Obama yönetiminin iş başına gelir gelmez aldığı Guantanamo'yu kapatma ve Irak'tan çekilme kararları, ABD'nin bundan sonra izlemesi muhtemel politikalara biraz olsun ışık tutmaktadır. G. W. Bush dönemine oranla daha ılımlı bir yapıya sahip olan yeni Amerikan yönetimi, sorunların çözümünü askeri yollarda aramamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, ABD'nin daha önce askeri olarak müdahil olduğu bölgelerden birer birer çekileceği öngörüsünde bulunulabilir. (Afganistan hariç tutulmak şartıyla) Zira askeri varlığın ülkeye faydadan çok zarar getirdiği gerçeği Obama ve ekibi tarafından görülmüş, bu gerçeğin değiştirilmesi yönündeki politikalar uygulamaya koyulmuştur.

Leia Mais…

11 Mart 2009

Türk-Amerikan İlişkilerinin Geleceği Üzerine


Açıldığı günden beri Dünya Gündemi Analizleri'nde, Türkiye ile ilgili konulara fazla değinmemeye çalışmaktaydık. Bunun sebebi de hergün gazete ve televizyonlarda defaatle yayınlanan haberleri, gelişmeleri, yorumları ve görüşleri tekrarlama endişemiz idi. Farklı perspektifler ve değişik bakış açıları ile düşünmek elbette ki serbesttir. Ancak bunları internet ve sair ortamlarda yayınlamak şüphesiz bizim vazifemiz değildir. Yine de bölgesel ve küresel politikalar açısından son derece önemli bir ülke olan Türkiye'de, son günlerde yaşanan gelişmeleri dış politika açısından değerlendirmek gerekmektedir.

Bu gelişmelerden en önemlisi ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın Türkiye ziyaretidir. Orta Doğu, Türkiye ve NATO'yu kapsayan bu ziyaretler sırasında Clinton, çok önemli mesajlar vermiştir. İsrail ve Filistin'de barış çağrısı yapan, ülkemizde ise Türkiye'nin gerek ABD gerekse dünya açısından önemine vurgu yapan eski "first lady", son araştırmalara göre Türkiye'de artmakta olan Amerikan karşıtlığını da biraz olsun azaltmayı amaçlamıştır. Bununla birlikte, başkan Barrack Obama'nın 6-7 Nisan'da ülkemize resmi ziyarette bulunacağı da açıklanmıştır. Clinton'ın yaptığı ve Obama'nın yapacağı ziyaretler, ilişkilerde yeniden sıcak bir evreye girilebileceğinin de göstergesi sayılabilir. Obama'nın, 2010 yılında ülkemizde düzenlenecek olan Dünya Basketbol Şampiyonası için de Türkiye'ye geleceği düşünülmektedir. Amerika'daki yeni yönetimin genel politikalarının, Türkiye üzerindeki izdüşümlerinin de aynı doğrultuda olacağı öngörüsünde bulunmak bu yüzden yanlış olmayacaktır.

Türkiye, Soğuk Savaş yıllarındaki komplekslerinden kurtulmuştur. Artık bir kamp için değil, sadece Türkiye için politika üretilmektedir. ABD'nin müttefiği bir NATO ülkesi olmak artık Rusya düşmanı olmak anlamına gelmemektedir. Aynı şekilde İran, Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, İsrail, Lübnan, Balkanlar, Doğu Avrupa, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Orta Asya, Afrika ve hatta Latin Amerika ile ilişkilerimiz birbirinden bağımsız yol almaktadır. Halen Soğuk Savaş mantığı ile düşünen Yunanistan'ın, Barrack Obama'nın Türkiye ziyareti açıklandığında ortaya koyduğu tepki, Türkiye'nin çok yönlü dış politikasının başarılı olduğuna delalet etmektedir. Öyle ki, son günlerde Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin hakkında tutuklama kararı çıkardığı ve başta ABD olmak üzere birçok ülke tarafından soykırım yapmakla suçlanan Sudan devlet başkanı Ömer El Beşir hususunda bile Türkiye, ihtiyatlı davranmaktadır. Sudan'ın jeopolitik konumu, El Beşir'in ülkemize karşı beslediği sempati, Sudan'ın doğal kaynaklarının zenginliği gibi unsurları göz önünde bulundurmaktadır.

Türkiye'nin Davos Zirvesi sonrası giderek artmakta olan uluslararası itibarı, yakın gelecekte bölgesel liderlikten küresel aktörlüğe terfi sonucunu doğurabilir. Zira Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgenindeki çözümü zor birçok meselede Türkiye'nin aktif katılımını, arabuluculuğunu veya liderliğini gururlanarak görmekteyiz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) zirvesine katılmak üzere gerçekleştirdiği Tahran ziyareti de Türkiye'nin bu misyonuna gösterilebilecek en önemli kanıtlardan biridir. Kafkasya İstikrar Paktı, İsrail-Filistin sorunu, İran'ın Nükleer Çalışmaları, Kıbrıs, Irak, Afganistan vb gibi birçok sorunun ve projenin de Türkiye'nin katılımı gerçekleşmeksizin çözülmesi imkansızdır. Buradan, "Türkiye bütün sorunları tek başına çözer" sonucu çıkarmak da elbette yanlıştır. Fakat bölgesel ve küresel politikalarda söz sahibi, politik, ekonomik, askeri ve kültürel potansiyeli ile Türkiye, çok kilit bir noktada yer almaktadır. Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği de ülkemizin bu önemi ile doğrudan ilintilidir.


Leia Mais…

9 Mart 2009

Yeniden Başlasın (!)


ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Orta Doğu ve Türkiye ziyaretlerinin ardından Cenevre'de gerçekleşen NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı'na katıldı. Toplantının gündeminde birçok konu olmasına rağmen esas öne çıkan mesele NATO'nun Rusya ile ilişkilerini yeniden başlatma kararı alması oldu. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, geçen ay yaptığı konuşmada, Rusya ile ilişkileri yeniden başlatmak için düğmeye basma zamanının geldiğini belirtmişti. Bu demeç, İsviçre'de yapılan toplantı ile fiiliyata geçmiş görünmektedir. Clinton, meslektaşı Sergey Lavrov ile buluşmuş ve ilişkilerin sıfırdan başlaması gerektiğini belirterek, Lavrov'a sembolik bir düğme hediye etmiştir.

NATO-Rusya ilişkilerinin normalleştirilmesi çağrısı aslında iki taraf için de faydacı bir yaklaşımın sonucudur. Bundan üç ay öncesine kadar iki taraf da birbirlerini çeşitli nedenlerle suçlamaktayken, bugün bu ortaklığın pekiştirildiğini görmek reel uluslararası politika açısından şaşırtıcı olmasa da ilişkileri salt yaşananlara göre değerlendirenlerin şaşırdıkları bir gerçektir. ABD'nin Gürcistan, Ukrayna ve Baltık ülkeleri üzerindeki nüfuzunu ve Doğu Avrupa'da kurmak istediği füze kalkanı projesini şiddetle eleştiren Rusya, küresel ekonomik krizi atlatmada ve Rusya Federasyonu'nun kaybolmakta olan imajını tazelemede Amerika'ya ihtiyaç duymaktadır. Buna karşılık ABD; antidemokratik uygulamaları ve Gürcistan'ı işgali nedeniyle ilişkileri soğuttuğu Rusya'ya, İran'ın nükleer programı ve Amerikan askerlerinin güvenli bir yoldan Afganistan'a ulaşımı gibi hususlarda ihtiyaç duymaktadır. İki tarafın da pragmatist bir felsefeyle yaklaştığı ilişkiler, NATO Dışişleri Bakanları toplantısında ortaya konmuştur. Öyle ki, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ertesi gün Sergey Lavrov ile yapacağı görüşmeden önce Brüksel'de yaptığı konuşmada, Gürcistan savaşı ve enerji sorunları yüzünden Rusya'yı kınamasına rağmen, NATO genişlemesinin halledilebileceği yönünde mesajlar vermiştir.

ABD ve Rusya'nın ilerleyen yıllarda daha yakın işbirliğine girmeleri olasıdır. İki ülke liderlerinin ılımlı politikaları, ortak sorunlar, ortak düşmanlar gibi unsurlar bu işbirliğini olası kılan faktörlerdir. İki ülkenin işbirliği ile çözülmesi muhtemel konular arasında; İran ve Kuzey Kore'nin nükleer çalışmaları, süresi sona ermekte olan START (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması), Afganistan ve Irak Sorunları ile Doğu Avrupa'da füze savunma ve saldırı sistemleri üzerinden hakimiyet kurma mücadelesi, yer almaktadır. Bunların yanı sıra, ekonomik sorunlarla boğuşmakta olan iki ülkenin birbirleriyle de uğraşmaları her ikisine de yarar sağlamayacaktır. Rusya ve ABD, amiyane tabirle, köprüyü geçene kadar birbirlerine "dayı" demek zorunda olduklarını idrak etmişlerdir.

Cenevre'deki toplantıda, Hillary Clinton'ın Sergey Lavrov'a hediye ettiği düğmede İngilizce "Reset" (yeniden başlatma) ve Rusça "Peregruzka" ( aşırı yüklenme) yazmaktaydı. İki bakan arasında gülüşmelere neden olan bu yazım yanlışı (doğrusu : Perezagruzka) NATO-Rusya arasında esen soğuk rüzgarları dağıtmaya yeter mi bilinmez. Ancak bilinen bir şey var ki o da, soğuk savaş, soğuk barış, soğuk rüzgar gibi kavramların, günümüzde eskisi kadar prim yapmadığıdır.

Leia Mais…

6 Mart 2009

Ukrayna'da Neler Oluyor?


Ekonomik krizin tüm dünyayı derinden etkilediği şu günlerde, Karadeniz'in kuzeyinde 46 milyon nüfuslu bir ülke var ki, neredeyse iflasın eşiğinde; Ukrayna. Önceki yazılardan birinde bahsettiğimiz ekonomik verilere göre ülkenin iflas etme ihtimali %90. Son birkaç yıldır, önce Turuncu Devrim ile sonrasında da Rusya ile yaşadığı sorunlarla adından sıkça söz ettiren Ukrayna, bugünlerde çok zor durumda. Kriz öncesine kadar güvenilir ve stabil bir para birimi olan Ukrayna Hrivnası ise Amerikan Doları karşısında sürekli değer kaybetmekte. Kriz öncesine kadar 1 dolar, 5 hrivnayı geçmezken, yazıyı yazdığım şu sıralarda 7.8-8.0 hrivna ile bir dolar alınabilmektedir. Ülkede Batı yanlısı devrim, halkın beklentilerinin aksi yönde sonuçlar doğurmuştur. Bunların başında batıya güvenip Rusya'ya rest çekmenin ders niteliğindeki sonuçları yer almaktadır. İlk olarak 2005'te, daha sonra 2007'de, 2008'de ve 2009'un başında Rusya Federasyonu, Ukrayna'yı enerji konusunda köşeye sıkıştırmıştır. Rusya'nın temel tezi, Ukrayna'nın Avrupa'ya gitmesi gereken gazı çaldığı, daha diplomatik söylem ile kesintiye uğrattığı olmuştur. Başlarda açıklama yapmaktan kaçınmasına rağmen son krizde Ukrayna, karşılığını ödemediği doğalgazı ülke içi hatlara aktardığını kabul ederek bir anlamda enerji hırsızlığı yaptığını kabul etmiş oldu. Ancak bunu ne için yaptığı hiç araştırılmadı. Ekonomik durumu günden güne kötüye giden Ukrayna'da yönetim, bu gidişatı halka hissettirmemek, dolayısıyla Turuncu Devrim'in başarısız olduğu gerçeğini insanlardan saklamak amacıyla bu tür aksiyonların peşine düşmüştü. Doğaldır ki bu durum günümüzde birçok Ukraynalı tarafından idrak edilmiştir. Kiev merkezli bir araştırma merkezi olan Gorşenin Enstitüsü, Ukrayna çapında yaptığı ankette, gıda almak için para bulmakta zorlananların oranını %35 olarak belirlemiştir. Bu aynı zamanda ülkedeki her üç kişiden birinin karnını dahi doyuramadığı anlamına gelmektedir. %36.5 lik bir kesim ise gıda için para bulabildiklerini fakat giyim, ayakkabı vs gibi şeyler çin bulamadıklarını söylemişlerdir. Bana göre oran bundan fazladır. Zira ülke henüz açlık çekmese de çok yakın bir gelecekte gıda harcamaları için parası olmayanların oranı %50'leri bulacaktır. Bu verilere karşılık ülkede Sovyet sonrası dönemdeki özelleştirmeler sayesinde ortaya çıkan ve "oligark" olarak tabir edilen %1.1'lik kesim ise, herhangi bir maddi sıkıntısı olmadığını belirtmişlerdir.

Rus kaynaklı bir takım haber sitelerinde, Ukrayna'nın ilerleyen yıllarda Kırım üzerinden bir savaşla karşılaşacağı haberleri yayılmaktadır. Psikolojik harekat unsuru olarak değerlendirilmesi muhtemel bu tarz yorumlar, Ukrayna'yı yönetenleri telaş veya paniğe sevk ediyor mu bilinmez. Ancak demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi söylemlerle başa gelenler, bu günlerde despotik yönetim anlayışları sergilemek suretiyle politikalarında 180 derecelik dönüşümler geçirdiklerini ispatlamaktadır.

Her şeye rağmen, bir belgeye el koymak amacıyla, devletin en büyük enerji şirketinin (Naftogaz) ofisine gizli servis (SBU) elemanlarını göndermekten imtina etmeyen bir devlet başkanı ve böyle bir eylemin doğrudan muhatabı olan bir başbakan ile Ukrayna'nın ekonomik krize ne kadar daha dayanabileceği tartışma konusudur.

Leia Mais…

5 Mart 2009

One Minute (!)


Amerika Birleşik Devletleri'nin yeni başkanı Barrack Obama, Demokrat Parti'nin başkan adaylığından çekilmesi karşılığında kabinesinde görev vermeyi teklif ettiği eski başkan Bill Clinton'ın eşi ve eski New York senatörü Hillary Rodham Clinton'dan, bir dizi siyasi görüşme yapması amacıyla Orta Doğu'ya bir ziyaret gerçekleştirmesini rica ettiğinde "eski ABD imajını hatırlatacak hareketlerden kaçınması gerektiği" notunu da dışişleri bakanının çantasına iliştirivermişti. Zira bayan Clinton'ın gerek İsrail gerekse Filistin ile ilgili açıklamaları her iki tarafa da mavi boncuk dağıtmak olarak algılandı. İsrail'de Simon Peres ile yaptığı görüşmede Filistin'i, Mahmud Abbas ile yaptığı görüşmede ise İsrail'i destekler gözüktü. Şüphesiz ki bu yeni Amerikan yönetiminin eskisinden farklı olduğunun bir göstergesidir. İsrail-Filistin anlaşmazlığının çözümünde kilit bir rolü olan Birleşik Devletler'in yalnızca bir tarafı desteklemesi, yanlı hareket etmesi beklenemez. Bu düşünce yeni yönetim ile ortaya çıkmış gibi görünse de eski yönetimin bu fikrin üzerini örttüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim İsrail'in son saldırganlığı, ne tesadüftür ki G. W. Bush döneminin sonlarına denk gelmiştir. Belki de bir daha böyle bir şansı eline geçiremeyecek olmanın telaşı söz konusuydu.

Benzer bir telaşı Clinton ile Peres'in düzenledikleri ortak basın toplantısında yaşadık. Hillary Clinton teşekkür konuşması yaptığı sırada One Minute (!) (Bir dakika) diyerek araya giren Simon Peres çıkardığı bir demet çiçeği bayan Clinton'a uzattı ve kendisini yanağından öptü. Bu ilginç teşekkür jesti basına da mükemmel bir malzeme olmuştu. Ajanslar bu fotoğrafla dolup taşarken bizlerin aklına diplomatik teamüllere aykırı, yeni bir "One Minute" olayı mı yaşıyoruz sorusu geldi. Doğal olarak Simon Peres, bu sözcükleri kendisine karşı kullanıldığı şekliyle değil daha farklı bir anlamda kullanmıştı. Yine de unutmamış olmasına (!) sevinenler mevcut...

Önümüzdeki günlerde ülkemize de bir ziyaret gerçekleştirmesi beklenen, cumhurbaşkanı ve başbakan ile görüşme programı olduğu açıklanan Clinton, İsrail'deki sıcak karşılamayı bizden de bekler mi orası bilinmez ancak ABD'nin yeni dış politikasının bir numaralı temsilcisi olarak bundan böyle Ankara'yı çok sık ziyaret edeceği bir gerçek...


Leia Mais…

4 Mart 2009

Sri Lanka'da İç Savaş


Geçtiğimiz günlerde bahsetmiş olduğumuz Sri Lanka'daki durum giderek karmaşık bir hal almakta... Ülkede ordunun ayrılıkçı teröristler karşısında kazanmak üzere olduğu zafer, beklenenin aksine sivil halk tarafından sevinçle karşılanmadı. Sri Lanka'da, ülkeden kaçmaya çalışan binlerce Tamil bulunmaktadır. Savaştan, huzursuzluktan ve gerilimden bıkan insanların daha rahat yaşayabilecekleri bölgelere göç etmeleri gayet doğaldır. Ancak "Yıllardır süren çatışmalar, madem ki böyle sonuçlanacaktı, o halde hayatlarını kaybeden onbinlerce insanın günahı neydi?" sorusu da akıllara gelmektedir. Zira Sri Lanka'daki Tamil nüfusundan yaklaşık 1 milyon kişi, ülkeden göç etmiş, çeşitli yerlere dağılmıştır. Bu da ülkedeki Tamil nüfusunun yarısına tekabül etmektedir. Dünya üzerinde çeşitli bölgelerde yaşayan 3 milyon Tamil olduğu bilinmektedir. Tamillerin, kendi vatanlarında yaşayamayacaklarını bilmelerine rağmen bunca yıldır katlandıkları zorluklar bu yıl itibariyle son bulmuş görünmektedir. Yakın bir gelecekte Sri Lanka'daki nüfusun daha da azalacağı ve ülkenin kuzeyi ile doğusundaki nüfus yoğunluğunda anormal düşüşler yaşanacağı öngörülebilir.

Ancak LTTE (Liberation Tigers of Tamil Eelam) olarak bilinen Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları adlı terör örgütü, kolay teslim olacak gibi görünmemektedir. Haziran 2008'den bu yana neredeyse hiç eylem gerçekleştirmeyen örgüt, Şubat 2009'da ölümlü saldırılarla yeniden iç savaşı alevlendirmiştir. Kontrolü altında bulunan bölgelerin birer birer Sri Lanka Ordusu'nun kontrolüne geçmesiyle gücü önemli ölçüde azalan Tamil gerillaları, irtibat içinde olduğu diğer terör örgütleri sayesinde uluslararası arenada kalmaya devam edebilir. LTTE'nin sahip olduğu savaş deneyimi ve ideolojik altyapısı ilerde başka örgüt çatıları altında yeniden kullanılmaya elverişlidir.
Sri Lanka ulusal kriket takımını Pakistan'daki bir turnuvaya taşıyan otobüsün ve Pakistanlı polislerin içinde bulunduğu bir aracın Pakistan'da saldırıya uğraması sonucunda 8 kişinin öldüğü haberi akıllara yine bir terör saldırısını getirmiştir. Saldırıda kullanılan silahlar, eylemin gerçekleştiriliş tarzı ve hedefi saldırganların eğitimli teröristler olduğunun bir kanıtı niteliğindedir. Güvenlik güçleri saldırının El-Kaide, Taliban veya Laşkar-i Tayyiba tarafından gerçekleştirildiği üzerinde durmaktayken, bunun LTTE bağlantılı olabileceği göz ardı edilmemelidir. Zira gücünü kaybeden LTTE'nin bundan böyle yeraltına çekilme, az ama etkili saldırılar yapma politikası benimseyebileceği unutulmamalıdır. Kaldı ki bahsi geçen terörist grupların Tamil Kaplanları ile ilişkide olduğu bilinen bir gerçektir. Durum böyleyken saldırıdan yalnızca Pakistan'ı veya buradaki terörist grupları suçlamak suça iştirak edenleri aklamak olacaktır. Ayrıca bugün itibariyle Pakistan, bir terör eylemi gerçekleştirilmeye en müsait ülkelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tüm bunlar stratejik önemi nedeniyle Hindistan'ın veya Çin'in dikkatini cezbedene kadar Sri Lanka için yaşanmakta olan veya yaşanması muhtemel senaryolardır. Asya-Pasifik ve Güney Asya açısından Sri Lanka'nın önemi gün geçtikçe artmaktadır. Politik dengelerinin kaymakta olduğu şu günlerde, uluslararası sonuçlar doğurabilecek en ufak bir sorun bile tüm dünya açısından kayda değerdir.

Leia Mais…

3 Mart 2009

Ekonomik Kriz alevleniyor!


Son zamanlarda belki de en sık duyduğumuz, kullandığımız kelime bu; kriz, ekonomik kriz. Dünyanın bir darboğazda olduğu malum bir gerçek. İnsanların zaten zor şartlar altında yaşadıkları bir atmosferde kriz olgusu herkesi telaşlandırmakta, önlemler almaya sevk etmekte... Peki bireysel önlemler ekonomik krizin aşılmasında ne kadar belirleyicidir? Bunun yerine devletlerin alacağı tedbirler daha etkili olmaz mı? Bu sorulara herkesin vereceği farklı cevaplar olduğundan eminim. Ancak kriz, en başta ülke ekonomisini, dolaylı yoldan ise vatandaşları vurmaktadır. Günümüzde bu olguya verilebilecek sayısız örnek mevcuttur. Bunlardan ilki geçtiğimiz aylarda iflas ettiğini açıklayan ve sembolik olarak ülkesi bir internet sitesi aracılığıyla açık arttırmaya çıkarılan İzlanda'dır. İzlanda'nın kriz yüzünden başta IMF olmak üzere, borç aldığı devlet ve kurumlara geri ödemede bulunamadığı için battığı bilinmektedir. Bunun yanısıra ülke, memur maaşlarını bile karşılayamamaktaydı.
Sovyetler Birliği'nin çöküşünü saymazsak böyle bir durum en büyük krizlerde bile yaşanmamıştı. En uç noktada hükümetler düşmüş, yerine onlardan farklı bir siyaset izlemesi imkansız olan başka hükümetler kurulmuştu. Ancak bugün yaşadıklarımız bunların daha ötesinde...

İzlanda ile başlayan "devlet iflası" olgusu çok yakında başka ülkelere de sıçrayacak gibi görünmektedir. Özellikle kapitalist ekonomiye tam anlamıyla ayak uyduramamış, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, krizin soğuk nefesini enselerinde hissetmektedirler. Birçoğu kendi potansiyellerinin üzerinde değişimler hedeflemiş ve bu yüzden ipleri Batı'nın eline vermişlerdir. Bunlardan en önemlileri üç Baltık ülkesi (Litvanya-Letonya-Estonya) ile Ukrayna'dır. SSCB'nin dağılmasından hemen sonra Baltık ülkeleri bütün Sovyet mirasından bir an önce kurtularak Batı Kampı'na geçmeye can atmışlardır. Ukrayna ise 2004 yılından itibaren Rusya karşıtı bir çizgiye kaymış, bağımsızlık kavramını "Rusya'ya bağlı olmama" şeklinde değerlendirmiştir.

Avrupa Birliği ve NATO, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine uzun yıllardır her açıdan yardım etmektedir. Ancak bu yardımlar, söz konusu ülkelerin bu krizi aşması için yeterli gelmemiştir. Tüm Batı Avrupa bankalarının, bu bölgelere yaptığı yatırımın toplam değeri 1.5 trilyon Amerikan Doları iken bunun 275 milyar doları yalnızca Avusturya bankalarına aittir. Bu ürkütücü rakamlar Avrupa'nın iki yakası arasındaki ekonomik düzey farkını gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır. Durum böyleyken yeni İzlanda vak'alarının yaşanabileceği öngörüsünde bulunmak için kahin olmaya gerek yoktur. Bunun yanında uluslararası kredi sigortalama verilerine göre önümüzdeki yıllarda; Ukrayna %90, Letonya %47, Litvanya %44 ve Estonya %40 ihtimalle İzlanda benzeri bir son ile karşı karşıya kalacaktır. Bu aynı zamanda bahse konu dört ülkenin ortalama %55 oranında iflas ile karşı karşıya olduğu anlamına gelmektedir ki bu durum çok ciddi ekonomik tedbirler gerektirir. Adı geçen dörtlünün yanı sıra, Bulgaristan (%37), Macaristan (%32), Polonya (%25) ve Çek Cumhuriyeti (%22) de benzer tehlikeler içindedir. Tüm bunların dışında coğrafi ve tarihi olarak Avrupa'nın dışında kalan Gürcistan neredeyse hepsinden daha çok Batı yanlısı politikalar izlemektedir. İstifa etmesi yönünde ağır baskıya maruz kalan ancak "kalıp, ülkesini kurtarmak" istediğini söyleyen M. Saakaşvili, krizin ayak seslerini duymamış olacak ki 2008 yazında başarılı olması için mucizelerin dahi yetersiz kalacağı bir çatışmaya müdahil olarak Gürcistan'ı uçuruma sürüklemiştir. Ülkenin en büyük ve en önemli sanayi tesisleri zarar görmüş, Gürcistan ekonomisi yerle bir olmuştur. Ülkede işsizlik oranı %13'ü bulmuştur. Biran evvel çözümler üretilmezse durumun daha da kötüleşeceği aşikârdır.

Burada, yapılması gerekenleri sıralamak şüphesiz bizim görevimiz değil. Zira bizim amacımız durum analizi yapmak suretiyle öngörülerde bulunmaktır. Ancak ekonomik bağımsızlık gerçekleşmeksizin elde edilen bağımsızlıkların, yeni birer bağımlılıkla sonlandığı gerçeği gün gibi ortada dururken, bunu görmezden gelerek hareket etmek ve politika belirlemek çok yanlış olacaktır...


Leia Mais…

2 Mart 2009

Bask Seçimleri


1 Mart Pazar günü yapılan Bask bölgesel seçimleri İspanya ve Bask Ülkesi tarihinde ilklere sahne oldu. İspanya'daki 17 yarı-otonom bölgeden biri olan Bask bölgesinin, 28 yıllık tarihinde gerçekleştirdiği 9. parlamento seçimlerinde, geçerli oyların %38.56'sını alan, iktidardaki Bask Milliyetçi Partisi (EAJ-PNV) sandıktan birinci parti olarak çıktı. Ancak bu oran, 75 sandalyeli parlamentoda tek başına iktidar olabilmek için gereken 38'e değil 30 sandalyeye tekabül etmekte... 28 yıldır miliyetçi koalisyonların iktidarda olduğu Bask bölgesinde bu sonuç, iktidarın bu yıl el değiştireceğinin bir göstergesi sayılmaktadır. Zira diğer milliyetçi partiler Aralar (4), Eusko Alkartasuna (EA)(2) ve Ezker Batua (EBB)(1) toplamda ancak 37'ye ulaşabilmektedir. EAJ-PNV'nin koalisyon kuramayacağı için bu görevin, Bask Ülkesi Sosyalist Partisi'ne verilmesi beklenmektedir. İspanyol Sosyalist Partisi'nin Bask kolu olan PSE, 1991 yılında başka bir sol parti olan Euskal Ezkerra ile ittifak kurduğundan bu yana PSE-EE olarak bilinmektedir. 2005 yılında yapılan parlamento seçimlerinde 18 sandalye kazanan PSE-EE bu seçimde 24'e ulaşmıştır. Ülke çapındaki bir diğer parti olan ve Galiçya'da (İspanya'daki başka bir yarı-otonom bölge) tek başına iktidarı kazanan Halk Partisi (PP) ise 13 sandalye kazanarak sandıktan üçüncü sırada çıkmıştır. Böylece Halk Partisi, Sosyalist Parti ile kurulması muhtemel bir koalisyona da göz kırpmıştır.

Seçimle ilgili sayısal verilere kısaca göz attıktan sonra bu seçimlerin önemine de değinmemiz gerekir. Çünkü 2009 Bask Parlamento Seçimleri, ülke tarihinde ETA yanlısı partilerin katılmasına izin verilmeyen ilk seçimler olmuştur. ETA'nın siyasi kolu olan Herri Batasuna'nın terör örgütüne yardım ettiği için kapatılmasından sonra seçimlere iştirak eden ETA yanlısı partiler önemli başarılar elde edememişlerdi. Ancak son dönemlerde yükselişte olan aşırıcı D3M ve Askatasuna gibi ETA yanlısı siyasi partilerin terör örgütü ETA ile organik bağları bulunduğu gerekçesiyle seçimlere katılmasına izin verilmedi. Buna rağmen D3M, pazar günü açılan sandıklardan toplamda 100 binin üzerinde geçersiz oy kazandı. Partinin seçime katılmasına izin verilseydi, bugün başka sonuçlar üzerinden yorum yapıyor olabilirdik. Democracia Tres Millones (D3M) bu oy oranı ile 7-8 sandalye kazanabilirdi. Fakat Bask Bölgesi'nde bizleri alışkın olduğumuzdan farklı senaryolar beklemekte...

Seçimler öncesinde ETA, 21 Şubat'ta Bask Milliyetçi Partisi'nin, 23 Şubat'ta da Bask Ülkesi Sosyalist Partisi'nin karargahları önünde bombalı eylemler gerçekleştirmiştir. Uyarı niteliğindeki bu saldırılar, seçimlerin bölgedeki gerilimi düşürmesini bekleyenlere bir cevap niteliğindedir. Zira sonuçlar ETA'nın eylemlerini durduracağını düşünenlerin yanıldığını kanıtlamaktadır. Yıllardır devam eden çatışmaların sonlanmayacağı öngörüsünde bulunmak doğru olacaktır. Nitekim Bask Meselesi, siyasi olmayan bir altyapıya sahiptir. Durum böyleyken sorunun tek bir seçimle değişen iktidar ile çözülmesi beklenemez. ETA'nın kabul etmediği bir siyasi iktidarın ne oranda başarılı olacağını ise zaman gösterecektir.

Teröre başvurmayan politikalar üretmesi halinde daha fazla dikkate alınacak olan siyasi partilerin sayısı günümüzde bir hayli fazladır. Kimi zaman demokratik ilkelerle çelişmek pahasına bu tür organizasyonlara çeşitli yasaklar getirilmektedir. Fakat bu durum devletler için iki ucu keskin bir bıçağı andırmaktadır. Bir yanda ülkede ciddi oranda destekçisi bulunan ve terör örgütüyle bağlantısı olan partiler, diğer yanda devletlerin bölünmez bütünlüğü, siyasi otoritenin sağlamlığı prensipleri...

Herkes için en kabul edilebilir seçenek ise, şüphesiz "silah" unsuru barındırmayandır.

Leia Mais…

Dünya Gündemi Analizleri Hakkında

Bu blog, uluslararası politikada yaşanan güncel gelişmeleri takip etmek ve değerlendirmelerde bulunmak amacıyla oluşturulmuştur. İçinde yer alan yazı, yorum ve analizlerin tamamı yazarın şahsi görüşleridir. Yazıların tüm sorumluluğu blog yazarına aittir.

Güncellemeler belli bir programa göre yapılmamaktadır. Bunun yanı sıra her sabah çeşitli şekillerde güncellenmektedir. Yazılar hazırlanırken; ntvmsnbc, bbc türkçe, reuters, guardian, washington post, der spiegel, kommersant vs gibi kaynaklardan yararlanılmaktadır. Haber içerikleri bu kaynaklardan sağlanmakla birlikte, yorumlar ve analizlerin tümü blog yazarına aittir.

Blog içeriğinin, yazardan izin alınmaksızın kullanılması kanunen yasaktır. Kaynak göstererek veya yazarla irtibat kurularak yapılan alıntılara izin verilecektir.